Tarık Volkan Cengen
Yaklaşan 2020 yılına girmemizle beraber 10 yıllık bir dönemi de geride bırakmış oluyoruz. Her şeyle beraber sinema alanında da geride kalan dönem, pek çok şeyi getirdi, bir o kadarını da götürdü.
2020’ye hazırlanırken geride bıraktığımız 2019 sinema alanında bize neler sunmuş, şöyle bir göz atalım.
Box Office Türkiye verilerine göre, 2019 yılı sonuna kadar 131’i yerli olmak üzere 408 film gösterime girmiş olacak.
Bu filmlerin tamamını izlemek ne mümkün ne de gerçekçi. Zira içlerinde herkese hitap etmeyen filmler olduğunu göz ardı edemeyiz.
O nedenle izlediğim ve sinemaseverleri beklentiye sokan filmlerden yola çıkıp bir değerlendirme yapacağım.
Yerli filmleri bir kenara koyarsak gözüme ilk çarpan şey, yeniden çevrimlere ve devam filmlerine bir rağbet olduğu.
Hatta öyle ki, artık torunlarına şömine başında masal okuma yaşına gelmiş Sylvester Stallone ve Arnold Schwarzenegger, Rocky (Creed II), Rambo (Rambo: Last Blood) ve Terminatör (Terminator: Dark Fate) olarak son bir kez daha –umarım son olur– beyazperdede boy gösterdiler.
Tabii her ikisinin de bu yaşta film çekmelerine itirazım yok, ama yaşlarına uygun filmlerde rol alsalar daha iyi değil mi? (Yaş konusuna sonra döneceğim)
Ancak bu noktada Creed II’yi diğerlerinden ayırıp hakkını vermem lazım. Çünkü bu, tam da dediğim tarz, üstelik de özellikle Rocky hayranları için epey iyi bir film.
Yeniden çevrimlere bakacak olursak Papillon ve Hayvan Mezarlığı/Pet Sematary’nin yanı sıra daha önce animasyon olarak izlediğimiz Dumbo, Aladdin ve The Lion King bize şu soruyu sorduruyor: Neden? (Retorik sorudur, alıcılarınızın ayarıyla oynamayın.)
Özellikle Papillon’un Dustin Hoffman ve Steve McQueen’li orijinali bir klasikken ne gerek var böyle “tamamen duygusal” işlere? Gerçi günümüzde sinema sektörü sanattan ziyade paraya odaklanmış durumda, niye şaşırıyorsak.
Devam filmlerini de bu minvalde değerlendirebiliriz. Elbette anlattığı hikâyeyi devam ettirmek ya da nihayete erdirmek amacında olan seriler var.
Yıl bitmeden gösterime girecek olan, hasretle beklediğimiz ve “40 yıllık efsaneyi bitirecek” iddiası taşıyan Star Wars: The Rise of Skywalker gibi. Şaka, şaka. Disney’e geçtikten sonra geçmişin kaymağını yemekten başka amaç gütmeyen bir seri oldu Star Wars. Ha, paşa paşa gidip izleyeceğim, orası ayrı. Ben ve benim gibilerin yüzü suyu hürmetine Disney batmıyor zaten. (Benim gibiler = keriz)
Marvel’in başını çektiği süper kahraman filmleri de bu seneyi boş geçmedi. Devam filmleri ve sinematik evreni tamamlayan yeni filmleriyle türün sevenlerini mutlu etti.
Önce Captain Marvel’in hikâyesini izledik, ardından 20 yıllık macera Avengers: Endgame ile son buldu. Sonrasında da Spider-Man: Far From Home ile aynı evrende dolanmaya devam ettik.
X-Men ekibinin üyelerinden Dark Phoenix de kendi filmiyle arz-ı endam etti. Filmleri Marvel’e göre daha karanlık olduğu ve belki de bu yüzden onların gölgesinde kaldığı için eleştirilen DC ise bu kez Shazam! ile turnayı gözünden vurdu.
Dark Horse Comic’in Hellboy’u ise önceki Hellboy çevrimlerinin gerisinde kalarak beklentileri karşılayamadı.
Belli başlı diğer devam filmleri olarak şu filmleri de anmadan geçemeyiz:
Ralph Breaks the Internet, Glass, How to Train Your Dragon: The Hidden World, Organize İşler Sana Sarmalı, The Lego Movie 2: The Second Part, John Wick 3: Parabellum, Men in Black: International, Toy Story 4, The Secret Life of Pets 2, It Chapter Two, Frozen II.
Kubrick’in meşhur The Shining’in devamı diyebileceğimiz Doctor Sleep’i de bu listeye rahatlıkla yazabiliriz.
Yılın belki de en çok beklenen filmi DC’nin Joker’i idi. Ama bunu diğerlerinden ayrı tutmamın sebebi, filmin bir süper kahraman hatta bir süper kötü adam filmi bile olmaması.
Film, Darth Vader ve Hannibal Lecter ile birlikte en sevilen “kötü” olan ve hakkında fazla bilgimiz olmayan Joker’e bir “orijin” hikâyesi sunarken, yozlaşmış ve çürümüş bir toplumun hayalleri olan, toplumda kabul görmek isteyen (ve akıl sağlığı pamuk ipliğine bağlı) bir insanı nasıl delirttiğine odaklanıyor.
Joker rolüyle muazzam bir oyunculuk sergileyen Joaquin Phoenix’in birçok ödülde favori olacağını söylemekse yanlış olmaz.
Filmle ilgili bol spoiler’li yazımı şurada bulabilirsiniz:
Merakla beklenen bir diğer filmse Quentin Tarantino’nun dokuzuncu filmi Once Upon a Time in Hollywood idi.
Genel kanı, bu filmin yönetmenin önceki filmlerinin gerisinde kaldığı olsa da benim bir Tarantino filminden beklentilerimi karşıladı bu Hollywood hikayesi.
Leonardo DiCaprio, Brad Pitt ve Margot Robbie’li iyi oyuncu kadrosu, saçma olduğu kadar eğlenceli diyalogları ve olayları, müzikleri ve elbette olmazsa olmaz kan banyosu.
Ayrıca film, Inglorious Basterds’deki formülü uyguluyor ve tarihi bir kez daha değiştiriyor.
Geçen senenin yabancı film dalında Oscar adayı olan ve Ocak ayında gösterime giren Japonya yapımı Manbiki kazoku (Arakçılar) ile Lübnan yapımı Capharnaüm, bir başka Japon yapımı Mirai adlı çizgi film (anime) ve Güney Kore yapımı Gisaengchung (Parazit) bu sene seyrettiğim filmler içinde ön plana çıkanlar.
Jordan Peele’nin çok başarılı Get Out’un ardından çektiği ikinci filmi olan Us da gerilim türünde başarılı bir örnek.
Çeşitli nedenlerle izleyemediğim (yılın ilk yedi ayı yurt dışındaydım mesela) ama izlemek istediğim filmler de yok değil. Shyamalan’ın önceki filmlerindeki karakterlerini bir araya getirdiği Glass, Almanya’nın geçen seneki Oscar adayı Werk ohne Author, İskandinavya’dan çıkan Gräns, Elton John biyografisi Rocketman, Beatlesseverler için eğlence vaat eden Yesterday, yine İskandinavya’dan Midsommar, Antonia Banderas’ın parladığı Dolor y gloria, Ford v. Ferrari, Midway bu filmlerden başlıcaları.
Yerli filmler özelinde fazla şey söyleyemeyeceğim çünkü bu filmlerin geneli bana hitap etmiyor. Garip isimli cinli, iblisli korku filmleri, YouTube çağının birbirinden kötü komedi(!) filmleri bana göre değil.
Başta da dediğim gibi, bu sene gösterime giren yerli film sayısı 131 ve benim bu 131 film arasından izlediğim film sayısı sadece 1 (yazıyla “bir”), o da Cinayet Süsü.
Ölümlü Dünya ekibinin mizah anlayışını sevdiğimden yeni filmleri Cinayet Süsü’nü izlememek olmazdı. Ölümlü Dünya kadar olmasa da keyif aldım. Elbette izlemek istediğim/isteyebileceğim ama çeşitli nedenlerle izleyemediğim filmler de oldu.
Bunlar neler derseniz, hakkında pek de olumlu eleştiriler olmayan Organize İşler Sazan Sarmalı ile Karakomik Filmler’i ilk sıraya koyabilirim. Fırsat bulursam vizyondaki filmlerden Naim ve Kraliçe Lear da izlemeye değer bulduğum yerli filmlerden.
Yerli film bahsinde, her ne kadar sevmesem de birçok seyircinin ayılıp bayıldığı ve yeni filmlerini heyecanla beklediği Recep İvedik serisini de anıp bu bahsi kapatmak isterim.
Arkadaş zoruyla yalnızca ilkini izlediğim ve zoraki güldüğüm serinin altıncı filmi halen vizyonda.
Dediğim gibi, Recep İvedik gibi filmler ve karakterler, bu filmlerin sundukları bana hitap etmiyor ama sevenleri var.
Bu kaba saba adam Türkiye için adeta bir fenomen haline gelmiş durumda. Sosyolojik nedenleri araştırılsa tez olur ki Burcu B. Bilgin’in bununla ilgili bir yazısı bu sitede mevcut.
Patlamış mısırınızı alıp (kimileri pek sevmese de), rahat koltuklara oturup dev ekranda film izlemenin keyfi başka olsa da ilerleyen teknolojinin bir getirisi ve gerçeğini de es geçmemek gerekiyor günümüzde. Evet, sinemadan çıkıp online platforma bir geçiş yapmamız kaçınılmaz bu yazıda, çünkü çok iyi işler var burada da.
Amazon Prime ve Disney Channel’in önünde yer alan ve ülkemizde de oldukça popüler Netflix bu sektörde başı çekiyor. Bu yüzden Netflix’le sınırlayacağım bu bölümü.
Yazının başında daha sonra tekrar döneceğimi belirttiğim yaş konusundan işte tam da burada bahsetmek gerekiyor.
Tahmin ettiğiniz üzere, geçtiğimiz ay Netflix ekranlarında kendine yer bulan Martin Scorsese’nin son filmi, biyografik suç draması The Irishman’den ve olağanüstü oyuncu kadrosundan bahsediyorum.
Filmin ağır topları Robert de Niro, Al Pacino ve Joe Pesci’nin yaş ortalaması 77. Ayrıca yönetmen Socrsese 77, filmde az ama öz rolü olan Harvey Keitel ise 80 yaşında.
Ortaya 3,5 saatlik muhteşem bir iş çıkmış olsa da, özel efektler yardımıyla karakterlerin gençlik dönemlerini de bu oyuncuların oynaması biraz sırıtıyor.
Evet, karakterlerin ilerki yılları bu devlerin yaşlarına uygun olsa da özel efektler durumu bir yere kadar kurtarabiliyor, çoğu sahnede yaşlı vücutlar hantal kalıyor.
Ama genel olarak oyunculuklar mükemmel. Bu kadrodan da aşağısı beklenemez zaten. Yılın en çok beklenen filmlerinden biriydi bu da.
Netflix’in kadrolarıyla olsun, popülaritesiyle olsun öne çıkan diğer bazı filmleri de şöyle:
The Highwaymen, El Camino: A Breaking Bad Movie, Dolemite Is My Name, The King, Marriage Story, The Two Popes (20 Aralık’ta yayınlanacak).
Yeni açıklanan Altın Küre adayları arasında olup da burada bahsi geçmeyen filmlere de kısaca bakalım.
Drama kategorisinde En İyi Film adayları arasında The Irishman, Joker, Marriage Story ve The Two Popes’un yanı sıra Sam Mendes’in 1. Dünya Savaşı filmi 1917 de kendine yer bulmuş. Bu film 10 Ocak’ta Türkiye’de gösterime girecek.
Müzikal veya Komedi kategorisindeki En İyi Film adayları arasında Jojo Rabbit (31 Ocak 2020) ve Knives Out var. (Knives Out ülkemizde gösterime girecek mi, şu anda belli değil.) Diğer adaylar ise Dolemite Is My Name, Once Upon a Time in Hollywood ve Rocketman.
Yılın benim açımdan en iyi beş filmi Joker, Gisaengchung, The Irishman, Caphanaüm ve Mirai.
Son olarak 2020’nin en çok beklenen bazı filmlerini de yazarak bitireyim.
Birds of Prey, Sonic the Hedgehog, A Quiet Place 2, Mulan, No Time to Die, Black Widow, Wonder Woman 1984, Top Gun: Maverick, Minions 2, Ghostbusters: Afterlife, Bill & Ted Face the Music, The Conjuring: The Devil Made Me Do It, Death on Nile, Dune, Uncharted.
Elbette burada bahsetmeyi unuttuğum başka kalburüstü filmler de vardır. Hoşgörülerine sığınıyorum.
Buraya kadar okumuş olanlara sabırları için teşekkür ediyor ve herkese bol sinemalı, bol filmli bir 2020 diliyorum.
Yorum Yapılmamış: "2019'un en iyi ve en kötü filmleri"