Burcu B. Bilgin
Polisiyenin kraliçesi Agatha Christie’nin 1933 yılında İstanbul’daki Pera Palas’ta yazdığı Doğu Ekspresi’nde Cinayet/Murder on the Orient Express, içeriği kadar bu yönüyle de Türk okuru tarafından çok sevilir.
Christie’nin baş yapıtlarından olan bu eser, son olarak 2001 yılında filme çekilse de asıl 1974 yılındaki yıldızlar geçidini andıran başarılı versiyonuyla anılıyor. Albert Finney, Sean Connery, Lauren Bacall, Ingrid Bergman gibi yıldızları buluşturan bu filmden 43 yıl sonra Kenneth Branagh, yine bol yıldızlı bir kadroyla yola koyuldu.
Başarılı Shakespeare uyarlamalarıyla tanınan İngiliz aktör ve yönetmen Branagh, filmde hem kamera arkasına geçiyor, hem de Christie’nin ünlü Belçikalı dedektifi Hercule Poirot’yu canlandırıyor.
Filmde, Johnny Depp, Michelle Pfeiffer, Josh Gad, Penelope Cruz, Damme Judi Dench, Willem Dafoe, Olivia Colman, Leslie Odom gibi yıldızlardan oluşan başarılı bir kadro var.
Aslında Branagh, uyarlamalarda rüştünü çoktan ispatladığı için bu filmin tutacağından pek şüphem yoktu. 10 yaşından bu yana Agatha Christie okuyan, polisiye sevdamı borçlu olduğum yazarın baş yapıtını sinemaya aktarması konusunda Branagh’a güveniyordum. Ancak un var, şeker var, yağ var, helva pek de ayarını tutmadı, neden mi?
-Filmin İstanbul sahneleri nasıldı ve nerede çekildi?
Açılış sekansı Kudüs’te geçmesine rağmen Malta’da çekilen yapımın Doğu Ekspresi’nin kalktığı Sirkeci Garı’ndaki çekimleri ise İngiltere’deki Longcross Stüdyoları’nda kurulan sette yapıldı.
Yine zaten açıkça fark edildiği üzere İstanbul’un havadan görüntüsü ve Ayasofya Camii de CGI (Bilgisayarla Yaratılmış Görüntü) teknolojisiyle filme eklenmiş.
1974 tarihli filmde 1930’ların genç ve modern Türkiye Cumhuriyeti çok kötü yansıtılıyordu. Garda keçiler, koyunlar gezerken, fesli, Araplar’a benzeyen kıyafetli satıcılar çevrede geziyor, yolcuları rahatsız ediyordu. Poirot da sürekli kaldığı yerden, garsonlar ve yemeklerden yakınıyordu.
Branagh ise dersine iyi çalışmış ve garda şapkaları ve takım elbiseleriyle oldukça şık erkekler ve modern kadınlarla o dönemin Türkiye’sini iyi aktarmış. Yine Poirot da İstanbul’dan yakınmak yerine pideye iştahla bakıp en güzel yemekleri ülkemizde yediğini söyleyerek gönlümüzü çalmış. Filmin bu sekansları oldukça hoştu.
-Branagh’dan Poirot olmuş mu?-
Bugüne kadar izlediğim Poirot’lar arasında aslan payı 1974’teki filmde Albert Finney ve Agatha Christie’s Poirot’daki David Suchet’e ait. Zaten her ikisi de makyajın da yardımıyla birbirine çok benziyor.
İki aktörün devleştirdiği Poirot, şimdiye kadar özellikle Shakespeare karakterlerine cuk oturan Branagh’ın kumaşı değil. Poirot’nun alamet-i farikası bıyıklarını nedense beş katına çıkarma gereği hisseden Branagh ve ekibi, dedektifi aşırı karikatürize etmiş.
-Kahramanları bir türlü tanıyamıyoruz-
Ancak filmin asıl sorunu Michael Green imzalı senaryoda kilitleniyor. Agatha Christie’nin titizlikle kaleme aldığı ve farklı yönleriyle hikaye boyunca detaylı tanıdığımız 12 karakteri filmde havada kalıyor.
1974’teki film bu karakterleri tanıtmayı çok iyi başarırken, bu yönüyle final sekansında da gereken etkiyi veriyordu. Halbuki burada üstün körü ele alınan karakterler, Branagh ve ekibinden hak ettikleri ilgiyi görmemiş.
-Süre sorunu-
Bunun asıl sebebi ise filmin süresinin daha öncekilere göre çok kısa tutulması. Günümüzün hızlı tüketen izleyicisinin sabrına pek güvenilmemiş olmalı ki film 1.5 saat gibi bir sürede bitiyor.
Bu kadar zengin karakterleri ve kapsamlı konusu olan bir dedektiflik öyküsünün bu süreye kıstırılması da aynı zamanda oyuncuların performanslarını çok iyi ortaya koyamamasına da neden oluyor.
Caroline Hubbard rolünde Michelle Pfeiffer kayde değer bir performans sergilerken, daha önce Anthony Perkins’ten izlediğimiz McQueen rolündeki Josh Gad bence filmin en iyi oyuncusu. Güzel ve Çirkin’deki LeFou rolünden sonra burada da başarılı.
Gerhard Hardman’ı canlandıran Willem Dafoe, Rus Prenses Natalia Dragomiroff rolünde Judi Dench de yine bahsedilebileceklerden.
Penelope Cruz, Johnny Depp ve Olivia Colman gibi üç usta yıldızın ise senaryonun azizliğine kurban giderek kendilerini pek gösteremiyor.
-Karikatürize edilen ve birleştirilen karakterler-
Sean Connery’nin 1974’te canlandırdığı Albay Arbuthnot ile orijinal romandaki Yunan doktor Constantine tek karakterde toplanarak Dr. Arbuthnot olmuş ve pek de iyi kurgulanamamış, senaryo içinde sırıtıyor. Leslie Odom’un abartılı performansı da buna eşlik ediyor.
Diplomatik dokunulmazlığı olan Kont Andrenyi bu kez Rus bir balet haline getirilmiş ve ünlü Rus bale sanatçısı Sergei Polunin canlandırıyor.
İstanbul’daki sahnelerde Uzakdoğu dövüş sanatları ustası gibi gazetecilere saldıran, trende de sürekli şiddet gösteren bu karakter oldukça tuhaf olsa da Polunin’in ilk kez sergilediği oyunculuğu oldukça iyi.
-Görüntü yönetimi-
Film için 65 mm kamera kullanan Kenneth Branagh, retro görüntüyü özellikle İstanbul ve Kudüs sahnelerinde iyi vermiş. İç mekanda bu kullanım iyi bir sonuç vermiş.
Ama özellikle dış çekimler yüksek sinema teknolojisinin filme uygulanmasıyla göz yoruyor. Bazı renkler aşırı derecede patlamış. Bu nedenle de film, 1930’lar ile günümüz arasındaki çizgide gidip geliyor.
Filmin finalindeki restoran sahnesini tünele alarak yine inisiyatif kullanan Branagh, filmin asıl can alıcı yeri olan bıçaklama sahnesini ise kısa kesmiş. Bu da gerçek bir hayal kırıklığı, daha önce izleyenler bu sahnenin vuruculuğunu hatırlar.
Netice itibarıyla sıkmadan vakit geçirmesine karşın Agatha Christie’nin baş yapıtından usta yönetmen ve oyuncu kadrosuna karşın beklendiği gibi bir film çıkmamış. Belki Agatha Christie sevgimden olacak, sinema salonundan büyük bir eksiklik hissiyle ayrıldım.
3 Yorumlar: "Doğu Ekspresi'nde Cinayet: Böyle mi olacaktı?"
NGY 15 Kasım 2017 (13:04)
Kesinlikle katılıyorum yazdıklarınıza. Romanda ve filmin ilk versiyonunda, her ayrıntı, her sahne, her karakter önem arz eder ve son sahnede Poirot tarafından birleştirilip yorumlanırken hepsinin nasıl da derin bir anlama sahip olduğu anlaşılırken, bu filmde o derinliği, tadı, insan zekasının hayranlık uyandıran kıvraklığını bulmak mümkün olmuyor. O nedenle film bittiğinde bir eksiklik hissi, tatmin olmamış bir zihin ve ‘Ahh, keşke şimdi ilk versiyonunu, Finney’i izleseydim.’ hayıflanmaları kalıyor.
ResemReya 23 Aralık 2020 (15:03)
Ben de bu yazıya katılıyorum hatta bir çoğu eksikliğin de söylemediğini düşünüyorum.
Olayların geçtiği mekanların kitaptaki gibi (bazı yerlerde) olmaması. Karakterlerin kitaptaki gibi çizilmemesi genel olarak bahsedilen eksiklikleri tarif eden hususlardır. Örnek de verelim. Kitapta Toros ekspresiyle (Tren) İstanbul’a gidilirken burda deniz yoluyla gidiliyor. Bayan Hubbard’ın karakterinin yanlış çizilmesi de iyi olmamış.
ismail kaygılaroğlu 16 Mart 2021 (02:25)
nerede jacqueline bisset sean connery ıngrid bergmen lauren bacall kadrolu ffilm nerde bu ucbe vaktime acıdım