Burcu B. Bilgin
(8.5/10)
Mary Shelly’nin romanından, ünlü yönetmen Guillermo del Toro tarafından beyazperdeye aktarılan Frankenstein, 2025 yılının hiç kuşkusuz üzerinde en çok konuşulan filmlerinden biri.
Filmi izleyip sizler için değerlendirdim:
İngiliz yazar Mary Shelley’nin 1816 yılında yarı uyanık gördüğü bir rüyadan etkilenerek kaleme aldığı ve asıl ismi “Frankenstein ya da Modern Prometheus” olan roman, bugüne kadar pek çok kez sinemaya, tiyatroya ve ekrana uyarlandı.
Genellikle bir “korku hikayesi” olarak filme çekilen, ancak son yıllarda gerek sinemada, gerekse tiyatro perdesinde Shelley’nin de yazarken üzerinde durduğu “psikolojik boyutu” ve “alt metni” ile de seyirciye sunulan Frankenstein, bu kez sinemanın yaşayan en iyi ustalarından Guillermo del Toro tarafından filmleştirildi.
Son olarak Suyun Sesi/The Shape of Water isimli Oscarlı filminde de başka dünyalardan konuk olan, ancak kobay olarak kullanılan iyi kalpli bir yaratığın hikayesini işleyen del Toro, yine insanoğlu tarafından haksızlığa uğramış ve hatta “canavar” olarak nitelendirilmiş bir başka “öteki” ile izleyici karşısına çıktı.
Doktor Victor Frankenstein’ı Oscar Isaac’in, onun tarafından meydana getirilen yaratığı Jacob Elordi’nin canlandırdığı filmde diğer rollerde Mia Goth, Christoph Waltz, Felix Kammerer, Charles Dance, David Bradley ve Lars Mikkelsen yer alıyor.
Film, buza saplanmış devasa bir gemi ve mürettebatının görüldüğü açılış sekansıyla başlıyor. Mürettebat, buzdan kurtulmaları halinde bir an önce St. Petersburg’a, yani evlerine dönmek isterken, Kaptan Anderson (Lars Mikkelsen) ise ana hedefleri olan Kuzey Kutbu’na gitmeleri konusunda ısrar ediyor.
Tam da bu noktada karşılarına zor durumda bir adam çıkıyor. Bir ayağı protez olan bu yaralıyı gemiye taşıyan, ancak peşinden gelen tuhaf bir adam tarafından saldırıya uğrayan gemidekiler büyük bir paniğe kapılıyor. Kısa süre sonra ise yaralı, yani Doktor Victor Frankenstein (Oscar Isaac), Kaptan’a çocukluğundan itibaren hikayesini anlatmaya girişiyor ve macera başlıyor.
“Victor’un Hikayesi” olarak lanse edilen ilk kısım, 18. yüzyılda devasa bir şatoda başlıyor. Fransız annesi Claire’e çok düşkün olan genç Victor, eve sık uğramayan, çok disiplinli, şiddet yanlısı babası Leopold Frankenstein’i (Charles Dance) ise hiç sevmiyor.
Burada ilginç bir oyuncu tercihinde bulunan del Toro, hem Victor’ın annesi, hem de aşık olduğu Elizabeth rolünde aynı oyuncuya, yani Mia Goth’a görev veriyor. Annesinin erken kaybı, Victor’da derin yara açarken bir de takıntının gelişmesine de sebep oluyor: Ölümü alt etmek.
Hikayeye hem kendi yorumunu katan, ancak bir o kadar da Mary Shelley’nin çizdiği rotayı da izleyerek iki öyküyü harmanlayan del Toro, ana hikayedekinin aksine baba Frankenstein’i erken öldürüyor, Victor’un ev arkadaşı Clerval’ı hikayeden çıkarıp yerine Henrich Harlander (Christoph Waltz) adlı bir kahraman ekliyor.
Victor’un büyük bir aşk duyduğu Elizabeth’i ise Frankenstein ailesinin yoksul evlatlığı olmaktan çıkarıp para babası Harlander’ın yeğeni yapan del Toro, bununla da yetinmeyip genç kızı Victor’un kardeşi William’ın (Felix Kammerer) nişanlısı haline getiriyor.
Ana romandan bir başka fark da Frankensteinlerin asıl hikayede aslında sevgi dolu bir aileyken del Toro’nun filminde Baba Leopold’un etkisiyle sevgisiz, mutsuz bir aile oluşu.
Ancak Guillermo del Toro. burada gayet bilinçli bir tercih yapıyor. Zira Victor’un ölüm takıntısı annesinin erken kaybıyla ilintili olsa da onda “babalık kumaşının”eksik oluşunu da babasıyla yaşadığı sorunlara dayandırıyor. Yani Shelley’nin eksenini burada biraz değiştiriyor.
Del Toro’nun kahramanı, silah tüccarı Heinrich Harlander, Victor’un enteresan deneylerinin sponsoru oluyor. İşte tam da bu noktada ünlü yönetmenin eşsiz bir fantastik evreninin ilk emarelerini görmeye başlıyoruz.
Victor’un fakültede yaptığı deneylerde kullandığı, değişik vücut parçalarından oluşturulmuş yarı canlı insan maketi, ünlü yönetmenin sinematik dünyasının eşsiz bir parçası olarak izleyici karşısına çıkıyor. İskeletin atılan bir elmayı tuttuğu sahne, filmin teknik başarısının önemli köşe taşlarından birini oluşturuyor.
Topladığı ceset parçalarıyla ”üstün, erişilmez ve güçlü insan prototipini” yaratmaya çalışan “modern Prometheus” Victor, filmde bu parçaları Harlander’ın da katkılarıyla Kırım Savaşı’nın sürdüğü harp meydanlarından topluyor.
Yönetmen del Toro, böylece bilim adamı ve yaratık arasındaki savaşın yanına Avrupa’nın modern ülkelerinin de kan döktüğü gerçek bir savaşı da katıyor. Hikayenin Victor ile ilgili kısmı, yaratığın doğumu ile sürüyor ve babası Victor tarafından terk edilmesiyle de bir es veriyor. İşte bu noktada yaratığın öyküsü başlıyor.
Victor, hikayesini kendi gözünden Kaptan Anderson’a-ana romanda adı Kaptan Walton-anlatmışken birden sohbetin içerisine beklenmedik bir konuk şu sözlerle katılıyor:”Yaratıcım kendi hikayesini anlattı. Şimdi ben de kendiminkini anlatacağım”
Böylece Frankenstein anlatımlarında şimdiye kadar görülmedik bir şekilde bu kez yaşananları ikinci anlatıcıdan, yani Frankenstein’in yarattığı insan modelinden dinlemeye başlıyor ve öyküye bir de onun bakış açısıyla bakıyoruz.
Yönetmen Guillermo del Toro, bu noktadan itibaren işin laboratuvar, deney, kan, revan boyutu da bir kenara bırakarak hikayenin bu kez felsefi, psikolojik ve sosyolojik alt metnini anlatmaya girişiyor.
Kaçışının ardından kendini savunmasız ve acı içinde bulan yaratık, bir çiftçi ailesinin evine sığınıyor. Ailesi bir süreliğine kasabaya giderken evde kalmak isteyen kör dede (David Bradley) ile baş başa kalan talihsiz adam, bir süre sonra ev sahibince fark ediliyor. Böylece hayatta ilk kez bir dostu, mentoru, onu terk eden “babasının” yerine gerçek bir babası oluyor.
Bu sekans öncesinde ağıla saldıran kurt sürüsünün koyunları parçalamasıyla ilk hayat derslerinden birini alan yaratık bunu şöyle özetliyor: “Aslında avcı kurttan nefret etmiyor, kurt da koyundan… Sanırım bu sadece dünyanın işleyişi. Kendin olduğun için öldürülüyorsun”
Bu sahnelerde ısınmak için savaş meydanından bulduğu paralanmış bir paltoyu giymiş olan yaratık, böylece parçalarını taşıdığı askerlerin bir başka parçasını daha alıyor. Annesinden yeni doğmuş bebek misali kendini hayatın ortasında bulan yaratık, her türün kendi aralarındaki savaşımıyla da tanışıyor.
Kendini, varoluşunu, insanlığı okudukça sorgularken artık her insan gibi kötülük yapmayı, kırıp dökmeyi, zarar vermeyi de öğreniyor. Roller coaster gibi ilerleyen hikayede beklenen sona yaklaşılırken hesap anı da geliyor.
Sadece yaratıcısına değil onun bünyesinde acı, savaş, kötülük yapan insanoğluna eleştiri oklarını yönelten yaratık, Frankenstein’e şöyle diyerek çocuklarını istediği gibi olmadıkları için eleştiren, zorlayan, kötü muamele eden tüm ailelere de kafa tutuyor: “Ben senin yarattığın bir şey değilim, biriyim”
Finale ulaştığında izleyiciye dolu dolu bir seyir tecrübesi kazandıran Frankenstein, sıkça tekrarlanan iki hataya da düşmeden yolunda ilerliyor. Yani ne öyküyü yeniden yaratıp deneysellik uğruna bambaşka yollara sapıyor ne de romanı sadece teknik imkanlarla bezeyerek hiç çaba sarf etmeden seyirciye sunuyor.
Ancak burada bir eleştiriyi de dillendirmek lazım. Hikayenin ilk kısmında Victor Frankenstein’in bakış açısını pek bulamıyoruz, daha ziyade öykü üçüncü şahıs anlatımıyla aktarılıyor. Dolayısıyla Victor’u çok anlayamıyoruz. İkinci yarıdaki yaratığın bakış açısı ise çok daha derli toplu.
Filmin başından sonuna kadar başarılı ekip işi olduğunu da söylemek lazım. Guillermo del Toro’nun titizlikle seçtiği teknik ekipte herkes üzerine düşen görevi başarıyla yerine getiriyor.
Usta yönetmen, klasik sinemacılıkla teknik imkanları da harmanlayarak filmini yaratıyor. Buza saplanan gemiyi CGI ile yaratmayıp bir otoparkta sıfırdan inşa ederek, Frankenstein’in deney yaptığı şatoyu sette kurarak, yangın sahnesinde onun birebir bir maketini yaptırıp kullanarak bunu başarıyor.
Filmde renk seçimleri de karakterlere ayrı bir boyut kazandırıyor. Söz gelimi kardeşinin “Gerçek canavar sensin,” dediği Victor için kırmızı, Elizabeth için mavi, yaratık için ise ölümü çağrıştıran pastel tonlar kullanılıyor. Burada başarılı görüntü yönetmeni Dan Laustsen’ın da büyük emeği ortada.
Laboratuvar sekanslarında del Toro’nun fantastik dünyasının kapısı sonuna kadar aralanırken, geminin buzlar üzerindeki sahnelerinde klasik sinemacılığın sularında yüzülüyor. Filmin Kate Hawley tarafından yaratılan kostümleri ve yaratığın 12 saat sürdüğü belirtilen makyajı da filmin artılarından.
Oyunculuklara gelince Victor Frankenstein rolünde Oscar Isaac çok iyi bir performans sergilerken, yaratığı canlandıran Jacob Elordi için ayrı bir parantez açmak gerekiyor.
Çok zorlu bir rolün altından başarıyla kalkan Elordi, bugüne kadarki filmlerde çirkin bir oyuncak bebeği andıran yaratığı kanıyla, canıyla, duyguları ile “gerçek bir insan” olarak beyazperdeye getiriyor.
Her iki oyuncunun da Oscar başta gelmek üzere pek çok ödül için isimlerinin geçeceği şimdiden konuşulurken, ilginç bir başka tartışma da sürüyor.
Film ortadan ikiye ayrıldığı için ilk yarıda “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” için yarışması beklenen Elordi’nin, ikinci yarıda “En İyi Erkek Oyuncu” ödülü için yarışa katılması gibi bir durumun söz konusu olabileceği ifade ediliyor. Şayet oyuncular aday olursa ne gibi bir çözüm bulunacağını göreceğiz.
Filmde çok iyi bir eşlikçi olarak iki ayrı rolü birden üstlenen Mia Goth da çok iyi bir oyunculuk sergileyerek filme büyük katkıda bulunuyor.
Frankenstein’in ilk yarısında rol alan usta aktör Christoph Waltz, yer aldığı her sahneye adeta damgasını vuruyor. Game of Thrones dizisinin iki kötü adamı da bu filmde yıllar sonra yeniden buluşuyor. Tywin Lannister/Charles Dance’i Leopold Frankenstein, Walder Frey/David Bradley’yi ise kör adam rolüyle seyrederek ünlü diziyle geçen yılları hatırlama fırsatı buluyoruz.
Sonuç itibarıyla Mary Shelley’nin hikayesini hem Victor Frankenstein, hem de ortaya çıkardığı yaratığın bakış açısıyla anlatan film, ikinci yarısı itibarıyla amacına daha uygun bir anlatıma sahip.
Filmin ilk yarısı ise teknik yönden Guillermo del Toro’nun müthiş fantastik evrenlerinden birine daha seyirciyi konuk ediyor. Geminin yer aldığı sekanslar, laboratuvar sahneleri ve bir maketin ateşe verildiği patlama sahnesi ilk yarının zirve anları olarak öne çıkıyor.
Filmin ilk yarısı görsel, ikinci yarısı ise sosyolojik, felsefi ve psikolojik alt metinleriyle, başarılı monolog ve diyaloglarıyla dikkati çekiyor.
Sonuçta Guillermo del Toro, Shelley’nin ünlü kahramanlarına yeni bir yaklaşımla, sinema teknolojisi ve klasik sinemacılığı harmanlayarak yeniden can veriyor ve görevini başarıyla yerine getiriyor.
Frankenstein, yapımcısı olan Netflix’in sonunda parasını iyi bir yere harcaması bakımından da iyi bir seçim. Seyirciyi birbirinden kalitesiz yapımlara mahkum eden Netflix’in bu ve bunun gibi yapımlarla görmeyi dileriz.
Başta türün meraklıları olmak üzere izlenmesini tavsiye ederim.
























Yorum Yapılmamış: "Frankenstein: Gotik bir şölen"