Burcu B. Bilgin
Dar Roma sokaklarının, geniş sofralarda güzel yemekler yiyen İtalyan ailelerinin, tabuları yıkan aşkların yönetmeni Ferzan Özpetek’in bu kez İtalya yerine İstanbul’u mekan olarak seçtiği İstanbul Kırmızısı, aylardır süren tanıtımların ardından seyirciyle buluştu.
Halit Ergenç, Tuba Büyüküstün, Nejat İşler, Mehmet Günsür, Serra Yılmaz gibi isimlerden oluşan iddialı bir kadroyla çekilen filmin, kaba komedilere çoktan teslim olmuş yerli sinemamıza bir ışık olacağını düşünüyordum ama onun yerine karşıma kafası acayip karışık bir filmi çıktı. Peki un var, şeker var, olması gereken her şey var, neden olmadı bu film?
İstanbul Kırmızısı gişe rakamları için linke tıklayın
-Hey bize bir şeyler anlatmak istiyor: Yabancı film dublajlarında sıkça rastlanır, iki kişinin yanına yeni biri gelir, diğeri adamı konuşturmayan arkadaşına çıkışır: ”Hey, bize bir şeyler anlatmak istiyor”. İstanbul Kırmızısı da işte böyle. Bize bir şeyler anlatmak istese de bunu başaramıyor.
Filmin başından itibaren kopuk kopuk bir ana hikaye ve yan hikayeler ordusu üzerimize yığılıyor. Sanki aynı hikayenin parçaları değil de başka başka filmlerden alıp kolaj yapmışsınız gibi bütünle birleşmeyen sayısız yan hikaye, diyalog, flash back var filmin içinde. Ancak bir türlü derdini anlatamıyor. Neticeye varamadan da öylece bitiyor.
-Karakterler kendini ifade edemiyor: Filmde aslında öyle Game of Thrones gibi bir karakterler ordusu da yok. Filmin ana karakteri diyebileceğimiz Orhan Şahin (Halit Ergenç), geçmişte travma yaşamış eski bir yazar, şimdilerde editör. Yaşadığı acı bir olayın etkisini üzerinden atamayarak Londra’ya taşınmış.
Orhan, yıllar sonra ünlü yönetmen Deniz Soysal’ın (Nejat İşler) yazdığı bir kitabı edite etmek için İstanbul’a dönüyor. Eski bir yalıda yaşayan ve aslında oradan ailesiyle taşınmak üzereyken Orhan’ı davet etmiş olan Deniz, enteresan ve gizemli bir karakter. Ailesi ve arkadaşları da kendi gibi epeyce kafası karışık, bir o kadar ilginç kişiler. Orhan da kendini bu garip ortamda buluyor. Bu sırada beklenmedik bir olay meydana geliyor ve işler iyice karışıyor.
1980’lerin sonu ve 90’lar itibarıyla içimizi kıyan, ”sanat filmi” diye lanse edilen filmler vardı, yetişenler bilir, yetişemeyenler de mutlaka izlemiştir. Dakikalarca sessiz anlar yaşanır, sonra oyunculardan biri uzun uzun bakıp, mesela ”Sessizliğin sesini dinledin mi sen hiç?” gibi garip bir cümle kurar. İstanbul Kırmızısı’nda da habire böyle anlar yaşanıyor.
Bu olay örgüsü içindeki karakterleri ise bir türlü tanıyamıyoruz. Merkezdeki Orhan bile kah camlara yumruklar atmak gibi enteresan tepkiler veren, kah filmin en olgun karakteri haline gelen biri. Karakterin yaşadığı travmanın gizemini sonlara doğru öğreniyoruz. Ancak bunun dışında da Orhan’ı tanıyamıyoruz, halbuki neredeyse olmadığı sahne yok. Halit Ergenç, bu rolde çoğunlukla tutuk olsa da zaman zaman bunu üzerinden attığı sahnelerde-otogar sahnesi gibi- daha iyi bir oyunculuk sergiliyor.
Deniz’in yakın arkadaşı Yusuf’un (Mehmet Günsür), agresifliği ve uyuşturucu bağımlılığı dışında diğer özellikleri es geçiliyor. Halbuki sonradan görüyoruz ki esasen bu hikayenin odak noktasında. Bu karakterin ilk sahnelerinde resmen güldüm. Karikatürize edilmiş, ucu sivriltilmiş, asi desem değil, atarlı desem değil. Ne olduğu belirsiz bir karakter yani.
70’lerden kalma, peruk havasında saç modeli anlamsız. Kırmızı deri ceketi, gömleği ve pantolonu da galiba Unutursam Fısılda filminden kalmış, burada da giymiş. Zaten göründüğü beş sahnenin üçünde bu kıyafetle arz-ı endam ediyor. İyi bir tasarruf yöntemi. Oyunculuğuna gelince en sevdiğim yerli aktör hakkında bunları yazmaktan hoşlanmasam da Günsür’ün bugüne kadar gördüğüm en kötü performansı, çok da abartılı. Üzerine dikilmemiş bir elbiseyi taşıyor gibi…
Deniz’in yakın arkadaşı Neval’in (Tuba Büyüküstün) hikayeye katkısı ise neredeyse yok. Halbuki seziyoruz ki olmalı. Büyüküstün’ün oyunculuğu konusunda her seferinde aynı yorumu yapmaktan yıldım, o bu şekilde oynamaktan bıkmadı. Hele bir zoraki gülüşü var ki…
Hikayenin odak noktası Deniz Soysal karakteri ise ise neredeyse hiç görünmediğinden ancak ”Deniz şöyledir, Deniz böyledir” anlatımlarından fikir sahibi oluyoruz. Aslından bu da bir yöntem ama olmamış burada… Nejat İşler ise biraz daha görünseymiş iyi olurmuş. Bir yerde sevdim: Araba çarpan kağıt toplayıcısıyla (Rıza Kocaoğlu) konuştuğu sahne…
Ev sakinleri de yüzeysel olarak tanıtılıyor, Deniz’in annesi ve ağabeyi dahil… Hele bir Serra Yılmaz’ın canlandırdığı Sibel var ki olağanüstü derecede karikatürize edilmiş olmasına karşın gülsek mi gülmesek mi bilemiyoruz. Sonuçta hiçbir karakteri tam olarak tanıyamadan film bitiyor.
Üstelik konular anlaşılamadığı gibi Ferzan Özpetek’in o meşhur tabuları yıkan aşkları konu edinme cesaretini bu filmde gösteremediği de aşikar. Her iki aşkı da sadece sözde bırakıyor, bu konulara giremiyor. Sanki Türkiye şartlarını düşünüp çekiniyor, o zaman da havada kalıyor.
Sadece Zerrin Tekindor için bir parantez açıyorum buraya. Bu kadar mı doğal bir oyunculuk olur, kısacık rolü adeta nehir olmuş akıyor. Bu filmin tek iyi oyuncusu olarak kutlamak lazım.
-Cumartesi Anneleri’ne selam: Aslında film İstanbul adına bir şeyler anlatmak istiyor. İyi bir sinematografisi var ve bize sevdiğimiz Ferzan Özpetek filmlerini anımsatan sahnelere de sahip. Neval’in evinde Galata Kulesi manzarası eşliğindeki yemek, Boğaz manzaraları, yalıdan görünen İstanbul, tarihi evler, Cihangir, Karaköy, Nişantaşı, vapurlar, yollar, Boğaz Köprüsü bize yaşadığımız şehrin güzelliklerini hatırlatıyor.
Bir sahnede Cumartesi Anneleri’nin eyleminin görünmesi filmin artılarından. Ancak yalı çalışanı Kürt kızının Güneydoğu’da evleri yıkılan ailesiyle buluştuğu sahne sanki ”adet yerini bulsun”, toplumsal bir mesaj da vermiş olalım diye zorla öyküye kıstırılmış durumda.
-Kitap uyarlaması sıkıntısı: İstanbul Kırmızısı’nın romanını okumadım, ama okuyanların beğendiklerini biliyorum. İtalyan senaristler Gianni Romoli ve Valia Santella ile kitabı sinemaya uyarlayan Ferzan Özpetek, kendi kitabını beyazperdeye getirmeyi başaramamış durumda. Birçok kitabın sinema uyarlaması romanından geri kalmıştır bugüne kadar. İşte İstanbul Kırmızısı da bu filmlerden.
Netice itibarıyla karakterleri anlaşılamamış, konuları birbirinden kopuk, yan hikayelerinin ana öyküye katkı sağlayamamış, oyuncuların rollerinde kendilerini ifade edemediği, görüntü yönetimi açısından başarılı olmasına karşın ”derdini anlatamayan”, kafası karışık bir film İstanbul Kırmızısı.
Biz en iyisi Ferzan Özpetek’i yine kalabalık İtalyan ailelerinin geniş sofralarına, dar İtalyan sokaklarına ve o sıcak öykülerine uğurlayalım. O sağ, biz selamet…
4 Yorumlar: "İstanbul Kırmızısı: Kafası karışık film"
Ergun Yeşilyurt 11 Mart 2017 (08:16)
Tebrikler…aynen katılıyorum film hakkındaki saptamalarınıza , filmi seyrederken hikayelerin bu kadar usta oyuncuyla fragman gibi arka arkaya sıralandığı eklektik bir zorlamayla anlatılmaya çalışıldığını film bitince anlıyorsunuz.Olmamış…
Yüksel Alımcı 11 Mart 2017 (20:06)
Filmi heyecanla bekledim. Sırf sevdiğim oyuncular var diye. Fazla sessiz ve konular dağınık ama sırf o oyuncuları izlemek bile güzeldi. Tuba Büyüküstün biraz daha baskın olsaydı daha tatlı bir seyri olurdu diye düşünüyorum.
CİGDEM YEYGUN 21 Mart 2017 (16:09)
Cok guzel bir film bence. Oyunculuk da cekim de muthiş. Ayrıca ters kose yapan bir film. HErkese gore anlamsız gelen konu yabancı filmler ayarında süper bence surprizle son buluyor anlayana tabi:))
Yorgo Kitadis 26 Mart 2017 (23:19)
Birebir benzer yorumu Recep İvedik için ben de yapmıştım. Ne tesadüf değil mi?