(8.5/10)
Burcu B. Bilgin
Çizgi roman ve sinema dünyasının belki de en meşhur anti kahramanı Joker, kuralsızlığın adeta canlı bir sembolü olarak Batman’e kök söktürmesiyle tanınır.
Şimdiye kadar Jack Nicholson, Heath Ledger ve Jared Leto gibi oyuncular tarafından canlandırılan ve hangisinin “daha iyi” olduğu tartışmalarını beraberinde getirip duran Joker, sonunda solo filmiyle izleyici karşısına çıktı.
Senenin en merakla beklenen filmlerinden Joker’ı biraz gecikmeli de olsa izleyip sizler için değerlendirdim.
Yönetmenliğini Todd Philips’in üstlendiği filmde ünlü anti kahramanı 40’lı yaşlarında performansının zirvesine çıkan Joaquin Phoenix canlandırıyor.
Filmde Phoenix’e Robert De Niro, Zazie Beetz, Frances Conroy, Brett Cullien ve Shea Whigham eşlik ediyor.
Her ne kadar eşlikçileri olsa da aslında Joker, kelimenin tam anlamıyla bir “tek adam” filmi.
Kahraman odaklı film süresince Arthur Fleck’in “Joker” olmasının hayatı boyunca yaşadığı travmalardan kaynaklandığına tanıklık ediyoruz.
Stand up ve komedi alanında şöhret sahibi olmak isteyen palyaço Arthur’un hikayesi, sona yaklaştıkça yokuş aşağı giden frenleri patlamış bir kamyona dönüşüyor.
Film, 70’li yıllarda zenginin çok zengin, fakirin çok fakir olduğu Gotham’da geçiyor. Batman/Bruce Wayne’in sözde adalet ve iyilik dağıtan babası Thomas (Brett Cullen) ise belediye başkanlığına oynuyor.
Şehir sakinlerinden Arthur ise eski püskü bir apartmandaki iki göz odada yaşlı ve hasta annesine bakıyor.
Stres anlarında istemsiz gülmek ve bunu durduramamak, ağır depresyon ve bilimum psikolojik, nörolojik sorunları olan Arthur, palyaço kiralayan bir şirkette üç kuruşa çalışıyor.
İyi niyetli biri olmasına karşın sürekli itilip kakılan, hatta şiddetin kol gezdiği kentin sokaklarında dayak yiyen Arthur’un hayattaki idolü ise gece şovu sunucusu Murray Franklin (Robert de Niro).
Babasız büyüyen Arthur, Franklin’i sadece idolü olarak görmekle kalmıyor, kafasının içinde aradığı “baba figürüne” de şahsen hiç tanımadığı Franklin’i yerleştiriyor.
Öyle ki, kurduğu hayalde Franklin’in bir şovuna izleyici olarak katılan Arthur, bu düşünde sahneye davet edilerek ondan “ne kadar iyi bir evlat” olduğunu duyuyor.
Yaşadığı zorbalıklar giderek artan talihsiz palyaço, özel hayatında da çok yalnız bir insan.
En yakın arkadaşı olan annesi Penny (Frances Cornory) ona “Happy/Mutlu” ismini taksa da “hayatında 1 gün bile mutlu olmadığını” nedense fark edemiyor.
Zira Arthur, aşırı yoksul ve kötü yaşamlarına karşın hiç şikayet etmiyor, evlatlık görevlerini sonuna kadar fedakarca üstleniyor.
Filmin birinci dramatik noktasına rastlayan metro sekansında Arthur, kendisinin dahi beklemediği “bir şey” yapıyor. Böylece anarşizmin acılarının “merhemi” olduğunu fark ediyor ve macera başlıyor.
Filmin temel amacı, Batman’in azılı düşmanı, bugüne dek seyircinin “gerçek bir sosyopat” olarak gördüğü Joker’in hikayesinin derinliğine inip dramını gözler önüne sermek.
Bir süper kahraman filmi değil psikolojik drama olan yapım, sağlam senaryosuyla bu görevini yerine getiriyor.
Kendi dışındaki faktörler Arthur’u öyle bir noktaya sürüklüyor ki arabesk şarkıdaki gibi “Ben böyle değildim sonradan oldum/Bu kötü kaderi sonradan buldum” dercesine iyi niyetli bir palyaço, giderek Gotham’ın en tehlikeli adamına dönüşüyor.
Martin Scorsese’nin baş yapıtları The King of the Comedy ve Taxi Driver’a bolca selam veren film, aynı zamanda De Niro’ya da yer vererek bu selam duruşların altını kalınca çiziyor.
Filmin psikolojik boyutunun yanında bir de sosyopolitik bir boyutu var. Bolca toplumsal mesaj içeren film, zengin-fakir eşitsizliği, adaletsizlik, kol gezen şiddete karşı bireyin savunmasızlığı gibi konuları bir potada eritiyor.
Thomas Wayne ya da sunucu Franklin gibi iki yüzlü figürler baş tacı edilirken, diğer tarafta Gotham şehri yoksulluğun içinde çırpınıyor.
İşte bu şehirdeki fakir ve umutsuzlardan biri olan Joker, işlediği cinayetlerin ardından anti kahraman olarak yükselişe geçiyor.
Bu noktada Joker’a destek verenlerin sayısı giderek artıyor ve hepsi palyaço maskeleri takmaya başlıyor. “Hepimiz palyaçoyuz” sözündeki dev ironiyle Joker destekçileri, V For Vendetta filmindekine benzer bir tablo çiziyor.
Arthur’un parçalanışındaki sac ayağı, hayattaki tek dayanağı olan annesiyle ilgili gerçekleri öğrendiğinde ise tamamlanıyor.
Hem işinde, hem psikolojik sağlığı konusunda da geri gidişlere sebep olan ani gelişmelerin ortaya çıkmasıyla filmin ikinci dramatik noktasına geçiş yapılıyor. Sonrasında ise Arthur, Joker’e dönüşüyor.
Gelir adaletsizliği, zayıfların ezilmesi ve zenginlerin sonsuz kudretine karşı anarşiyi güç olarak kullanmaya karar veren Joker’in baş kaldırısı sonunda toplumsal bir harekete dönüşüyor.
O toplumsal hareket ki zaten Spartaküs’ün isyanından Fransız Devrimi’ne, Arap Baharı’ndan Stonewall ayaklanmasına dek bunları asırlardır izledik.
Film görüntü yönetimi açısından da üst düzey bir çalışma niteliğini taşıyor. Lawrence Sher’in titiz çalışması, kah metro sahnelerinde seyirciye trenle beraber tünelde gidermiş hissine sürüklüyor, kah finale doğru Joker ile beraber sokaklara taşan anarşinin kalbine götürüyor.
Filmin Scott Silver ile birlikte senaristi de olan yönetmen Phillips, Arthur’un yoksul ve acı dolu öyküsünü ilmek ilmek örüyor.
Filmde eleştirilecek nokta ise Arthur/Joker’in öyküsü anlatılırken diğer karakterlerin çok geride kalması, içlerinin doldurulmaması.
Mesela komşu Sophie’nin konumu ve Arthur ile ilişkisinin ayağı yere basmıyor, sunucu Franklin’e veya Wayne ailesine dair daha fazla şey izlemek istiyoruz.
Joker, tek kahramana iyi odaklansa da senarist Philips/Silver ikilisi diğer karakterleri biraz öksüz yetim bırakıyor.
Filmde Joaquin Phoenix, Nicholson’ın Guguk Kuşu, rol arkadaşı De Niro’nun da Taksi Şoförü’ndeki oyunculuğuyla yarışacak kadar iyi bir performans sergiliyor. Bu yılki tüm ödülleri silip süpürmesini bekliyorum.
Netice itibarıyla Joker, bir anti kahramanın geçmişini büyük bir başarıyla işleyen, Sapık gibi yapımlarla yarışacak bir psikolojik drama.
Karakter derinliğini “baş kahraman” noktasında eksiksiz veren film, yan karakterler ve öykülerinde biraz noksan kalıyor.
Görüntü yönetimi ve Philips’in yönetmenliğiyle de iyi bir iş ortaya konulan Joker, verdiği sosyal ve toplumsal mesajlarla da iz bırakıyor, anti kahraman Joker’i bir “halk kahramanı” olarak önümüze koyuyor.
İşte biz de tam olarak bunu, yani yoksul ve kimsesiz Arthur’un ‘jokerlaşmasını” izliyoruz ve bir kez daha diyoruz ki yakarsa dünyayı garipler yakar.
Herkese izlemesini tavsiye ediyorum.
2 Yorumlar: "Joker: Yakarsa dünyayı garipler yakar"
Erdem Alpyürük 18 Ekim 2019 (00:55)
İzlediğim bir filmdi. Çok güzel analiz etmişsiniz. Okurken, nasıl desem, sanki not aldığım müsvedde bir metni temize çekmiş gibi hissettim.
Teşbihte hata olmaz.
Keyifli günler dilerim.
sinekaf 20 Ekim 2019 (18:47)
Yorumunuz için çok teşekkürler