Burcu B. Bilgin
Bugünlerde herkes ”Hangi diziyi izlesem?” diye soran arkadaşlarına onu tavsiye ediyor: La Casa del Papel yani Kağıt Ev… Konusunu okuduğunuz zaman sıradan bir soygun hikayesi gibi duran İspanyol yapımı dizi neredeyse virüs gibi yayılıyor, kanına girdiği izleyiciyi müptelası haline getiriyor.
Darphaneye girip para basan, Dali maskeleri takan, kendilerine şehir isimleri veren bir ekip ve bu dahice planın arkasındaki ”Profesör” lakaplı dehanın macerası çok sevildi. Dizinin ve oyuncularının Instagram hesaplarında da milyonları geçen takipçileri var, herkes onlardan söz ediyor. Peki bu diziyi tüm dünya neden bu kadar sevdi?
-Çünkü sadece Amerikan dizisi izlemekten bıktık: Nasıl ki ticari sinemanın merkezi Hollywood ise esasen ekranı da Amerikan dizileri parsellemiş durumda. Tabii ki onları da seviyoruz ama artık başka ülkelerin dizileriyle de tanışmak istiyoruz.
(Tokyo büyümüş bir Mathilda sanki)
Endeavour, Grantchester, Happy Valley, Line of Duty, Luther, Unforgotten, Sherlock gibi dedektiflik, Versailles, Poldark gibi dönem dizileri sayesinde İngilizler ile de aşinayız. Rita, Bron/Broen ile İskandinav, Dark ile Alman, Dix Pour Cent ile Fransızlar’ın dünyasına girdik.
Ama La Casa de Papel öyle bir patlama yaptı ki herkes neredeyse İspanya biletlerini hazırladı. Amerikan güdümüne değil işte böyle renklere ihtiyacımız var.
(Peki neden Dali, çünkü o da deli)
-Çünkü İspanyol aksanlarına bayılıyoruz: O kadar güzel konuşuyorlar ki neredeyse İspanyolca kursuna katılacağız, ”ole” diye bağırasımız geliyor zaman zaman…
Birbirlerini ele vermemeleri için Profesör’ün şehirlerden takma isimler seçmesini istediği Tokyo, Oslo, Denver, Helsinki, Rio, Nairobi, Moskova ve Berlin, bu yeni adlarını öyle tatlı tatlı söylüyor ki neredeyse artık Denvır yerine Denver demeye karar verdim. Hele o İngiliz kızı Allison Parker’a kendi istedikleri gibi Alison Parker deyişleri yok mu?
(Bütün muzırlıklar senin kafanın altından çıkıyor Berlin)
-Çünkü Profesör’ün zekasına hayranız: Profesör’ün hem zekasına, hem de karizmasına ve çekiciliğine hayranız. Bu roldeki Alvaro Morte de kesinlikle döktürüyor.
Her şeyi önceden düşünen, ”ah tamam her şey şimdiii bitti yahu” dediğimiz anda geçmişe bir dönülüyor ki zaten Profesör bunu önceden akıl etmiş, planını ona göre kurmuş bile… B değil C, D, Z planı bile hazır. Vallahi öngörülerinin hastasıyız.
(Raquel de yaşlanmış bir Gökçe Bahadır sanki)
-Çünkü dozu yüksek ama tırmalamayan bir heyecan var: Gerçekten çok heyecan verici, ama germeyen, heyecan olsun diye saçma sapan sakız gibi uzatmalara gitmeyen, başı sonu belli klişelerle sözde gerilimler yaratmayan bir dizi La Casa de Papel…
Verdiği gerilim, bir satranç oyunundaki ”zeka dolu hamlelerin” heyecanı dozunda, ”eeeh yetti be artık” dedirten, yapıp yapıp bozan bir kurgusu yok. İşte bu yüzden eşsiz…
(Minnoş Rio yine bir karnaval peşinde)
-Çünkü bu kadar çılgını uzun süredir bir arada görmedik: Yalnızca soyguncular ya da onları yöneten Profesör değil, rehineler de deli bozuk…
Hadi çete böyle bir işe kalkışmak için gerçekten aklını kaçırmış olmalı ama rehinelerin neden kafası iyi? Soyguncularla flört eden, aşk yaşayan, bilerek kendini vurduran, enteresan kaçış planları kurgulayan rehinelerin giderek soyguncularla kanka olması da işin cabası. Bir karşılıklı tavla atmadıkları kaldı. Bu ekibi nasıl sevmeyelim?
(Hele o bela Arturo yok mu?)
-Çünkü kurgusu müthiş: Dizinin bugünle geçmiş arasında flash back ve flash forwardlarla yürüyen kurgusu büyük bir enerji sağlıyor.
Kah olayların anlatıcısı Tokyo’nun anılarına dönüyoruz, kah plan tam suya düşecekken o konuda aslında Profesör’ün yeni bir düşüncesi olduğunu, her şeyin satranç gibi tasarlandığını öğreniyoruz. İleri/geri gidişlerle tasarlanmış usta işi senaryosu ile La Casa de Papel hiç sıkmadan kendini izletiyor, vaktin nasıl geçtiğini anlamıyoruz.
(Kaptan Profesör, sağ ve sol bekler Tokyo ile Berlin, geri dörtlüde Nairobi, Moskova, Rio ve Denver)
-Çünkü suçluyu kazırsan altından insan çıkar: Bu diziyi izlerken kesinlikle soyguncuların tarafındayız ve onlarla empati kuruyoruz.
Her bölümde soyguncuların yaşam hikayelerinden ilginç bir başka detay karşımıza çıkıyor. Denver’ın babasıyla olan sevgi bağını, onun bir zamanlar kulüplerde sahne alan bir dansçı olduğunu, Nairobi’nin dramatik hikayesini, Moskova’nın fobilerini, Tokyo’nun kimsesizliğini, Berlin’in gizli sırrını, Profesör’ün çocukluğunu öğrendikçe daha bir kanımız kaynıyor onlara…
(Berlin bu kez dedektifi deli ediyor)
-Çünkü sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir: Salt bir soygun hikayesi izlemiyoruz, içinde enteresan aşklar da var. Dedektifin suçluya, soyguncunun hamile rehineye aşık olabileceğini izliyoruz.
İnsanoğlunun hiç beklemediği kişilere nasıl tutulabileceğinin ilginç öyküsü aynı zamanda La Casa de Papel. Artık Stockholm Sendromu mu dersiniz, Denver Sendromu mu ona da siz karar verin.
(İspanyol Eddie Redmayne kızı kaptı)
-Çünkü oyuncularını çok seviyoruz: Evet bugüne kadar belki hiç izlemediğimiz bu kadroya gönül verdik.
İnstagram’da Tokyo rolündeki Ursula Corbero’nun 2 milyon 900 bin, Denver rolündeki Jaime Lorento Lopez’in 1 milyon 300 bin, Profesör rolündeki Alvaro Morte’nin 1 milyon 200 bin, Nairobi rolündeki Alba Flores ile Rio rolündeki Miguel Herran’ın 1 milyon 100’er bin takipçileri var.
Dizinin takipçi sayısı ise 1 milyon 100 bin…
(Bir gün ölürsem ben partizanca)
-Ve elbette ki kırmızı favori rengimiz: Son olarak elbette ki her şeyin bir sebebi var. Eğer kırmızı giyiliyorsa, eğer V For Vendetta’daki maskelere benzeyen maskeler takılıyorsa, eğer zafer anlarında Ciao Bella söyleniyor, kadehler emperyalizme karşı kaldırılıyor, ”ille de direniş” deniliyorsa bir sebebi var.
Kapitalizmin beşiğine kadar girilip para basılıyor, bu paralar herkese dağıtılıyor, karınca bile incitilmiyor ve halk onları seviyor… ”Kırmızıyı” seviyoruz, ”bu bir devrimdir” diyoruz. Kahrolsun bağzı kapitalistler…
(inadına devrim)
NOT: Bu arada 2. sezon sağda solda başlamış olsa da Netflix’te temiz temiz izlemek isteyenler için belirteyim. İki kısma ayrılmış tek sezon olarak tasarlanan dizinin 2. kısım bölümleri, 6 Nisan’dan itibaren Netflix’te olacak.
NOT2: Bella Ciao, İtalya’da II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan Mussolini döneminde anti-faşist, ve sosyalist grupların söylediği şarkıdır. Türkiye’de ”Çav Bella” diye bilinen şarkı, ilerleyen dönemde tüm dünyada devrimcilerin marşı haline gelmiştir.
Yeni sezonda görüşmek üzere…
3 Yorumlar: "La Casa de Papel'i sevmemizin 10 nedeni"
M. Şirin Dündar 18 Haziran 2018 (11:51)
Son yıllarda izlediğim en müthiş dizi mükemmel ötesi bir dizi harika
Zeynep İpek 29 Haziran 2018 (23:38)
Dizi muhteşem. Ancak en çok hoşuma giden kısmı profesörün, eli bağlı komiseri kimin iyi kimin kötü olduğunu anlatırken para basmak ile açıkladığı gerçekti…
Astiras Tombili 2 Ocak 2022 (19:37)
Konulu ilk filmi İngilizler 1960 larda prodüksiyon yaptı.Merkez bankasının Matbaasına noel tatili gibi uzun süreli tatilde girdiler, çok fazla paralar basıp sıvıştılar.Keyiflice paraları sayıp paylaşırken,Paralar soldu,Boya karışımı yaparken içine görünmez boya koyunca terkip bozulduğu için özel ışıkta para fonu görünür olmuştu.