Burcu B. Bilgin
Açıkçası en son söyleyeceğimi en baştan söylemek istiyorum. Altın Küre, Oscar, BAFTA gibi ödüllerin ”sinema sanatına artı katkı sağlayan” yapımlara verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Tiyatro ile sinemayı iç içe sokan Birdman, olay örgüsüyle fark yaratan Slumdog Millionaire, siyah beyaz baş yapıt Artist, görsel yönden benzeri çekilememiş Yüzüklerin Efendisi gibi… Dolayısıyla bu yıl da realite ile büyülü gerçekliği, müzikal ile dramı iç içe sokmuş, görüntü yönetimi ve müzikleriyle de iyi iş çıkartılan La La Land favorim.
Asıl konumuza dönersek Türkiye’de ”Yaşamın Kıyısında” adıyla gösterime giren Manchester by the Sea ise son dönemde izlediğim dramatik yapısı en kuvvetli yapım. Metaforlarla başarılı bir şekilde beslenmiş, Casey Affleck’in üstün performansı ve yönetmen Kenneth Lonergan’ın sadelikle bezeli ustalığıyla taçlanmış olan yapım, yaşamı paramparça olmuş, geçmişin hayaletlerinden kurtulamayan, kendini amaçsızca hayatın akışına bırakmış mutsuz bir adamın günün birinde beklemediği bir sınavla karşı karşıya kalışının öyküsü.
Filmin açılış sekansında baş kahramanımız Lee Chandler’ı (Casey Affleck) Boston’da musluk onarımı, çatı aktarma ve kapıcılık yaparken görüyoruz. Asabi, sıkıntılı, bir o kadar da uzlaşmaz tutum sergileyen Lee, müşterilerle zıtlaşmaktan barlarda durduk yere kavga çıkarmaya kadar giden çalkantılı bir ruh hali içinde. Bu şekilde yaşayan Lee, bir gün beklenmedik bir telefon alıyor ve doğuş büyüdüğü Massachusetts’e gitmek zorunda kalıyor. Hikaye böyle başlıyor.
-Dertler derya olmuş…-
Yeniden çocukluğunun, gençliğinin, en güzel ve en kötü yıllarının geçtiği kente ayak basan Lee, hayatta kalmış tek akrabası olan kalp hastası ağabeyi Joe’nun (Kyle Chandler) o yetişemeden ölmüş olduğu gerçeğiyle yüzleşiyor, hem de geride bakımını onun üstlenmesi gereken 16 yaşındaki oğlu Patrick’i (Lucas Hedges) bırakarak…
Bu noktaya kadar sayısız örneği çekilen ”kendisine yadigar kalan yeğenine bakan amca” öykülerinden birini daha seyredeceğimizi zannederken, konu bu olmasına rağmen sarsıcı bir film izlemeye başlıyoruz.
Filmde flash backler ustalıkla kullanılarak Lee’nin bu hale gelişindeki geçmiş yaşamına sık sık ayna tutuluyor. İlk geriye dönüşte Lee’yi ağabeyi ve yeğeni Patrick ile tekneyle denize açıldığı sahnede görüyoruz. Ailenin üç erkeği neşeyle balık avlarken, bir zamanlar Lee’nin hayattan zevk alan bir karakteri olduğuyla yüzleşiyor seyirci ve öyküsünü daha da merak ediyor. Sonradan motoru bozulan ve bir bakıma ölüme terk edilen bu tekne de metaforik olarak ”Chandler ailesinin eski ve mutlu günlerinin simgesi” şeklinde sık sık filmde yer alıyor.
Balıktan sonra evine dönen Lee’nin, aslında 3 çocuğu ve sürekli hasta olduğundan yakınan karısı Randi (Michelle Williams) ile kendini mutlu hissettiği bir yaşantısı var. Ancak Lee’nin alkole düşkünlüğü, evinin bodrumunda arkadaşlarıyla alkol ve uyuşturucu eşliğinde partiler vermesi, esasen karısının da hastalık gerekçesiyle gerekli sorumluluğu göstermemesi, bir gece büyük trajediyi getiriyor. Böylece Lee’nin hayatı kökten değişiyor ve hayatının bu noktasında ilk karakter dönüşümünü geçiriyor.
-Ölüler mi mezarda, yoksa…-
Yaşamdan zevk almayan, ”ölü balık” bakışlarıyla ortada gezinen, zorunlu bir şekilde hayatta kalmaya çalışan, yüzü gülmeyen, hatta hiç öfkelenmeyen Lee, ”yaşayan bir ölü” olarak Patrick’e ebeveynlik yapmaya çalışıyor.
Babasının kalp hastası olması, annesinin onu bırakıp gitmesi, yaşamda keyif alabileceği pek bir şey olmamasına rağmen hayat dolu bir genç olan Patrick’in yanında Lee de giderek evriliyor. Her ne kadar aynı mutsuzluk çizgisini devam ettirmeye çalışsa da ”umut ışığı” olabilecek gencecik, hayata bağlı bir insanla beraber olmak Lee’ye de giderek ”kendi içinde şaşırtan bir dönüşüm” geçirtiyor.
Ancak tüm çabalarına rağmen yaşadıkları kentte geçmişin hayaletleriyle savaşmak zorunda kalan Lee, eski eşi Randi’nin yeni bir hayat kurmasına karşın bunu başaramıyor. Düşündüğü gibi suçlu olmasa bile bunu kabullenemiyor.
-Tekne ve mezarlık metaforları-
Filmin sonlarına doğru arka arkaya artçı şoklar yaşayan Lee, bir gün evde Patrick ile beraberken ocakta tavayı unutunca yine geçmişe bağlı bir anksiyete geçiriyor ve zor da olsa kararını veriyor. Hem kendisi, hem de Patrick için sonunda orta yolu bulan Lee, böylece karakter dönüşümünü tamamen gerçekleştirerek final sekansında ”dünya için küçük, kendisi için büyük” bir adım atıyor.
Filmin zengin metafor denizinde teknenin yeni bir motorla çalıştırılması, simgesel olarak ”ailenin mutlu günleri için yeni bir umut ışığı” olurken, Joe mezara gömülürken yanı başında Randi’nin bebeğinin ağlaması ”ölüm ile yeni yeni filizlenen bir hayat” arasındaki tezatlığı ortaya koyuyor.
Manchester by the Sea, dramatik yönü kuvvetli, buna karşın bu iddiasını sade bir biçimde ortaya koyarak insanın içine işleyen bir film. Bu yıl Oscar yarışında La La Land olmasaydı altın heykelciğe ulaşma şansı daha güçlü olabilecekti belki de… Bununla beraber, Akademi’nin birçok yıl sürprizlerle dolu olduğunu da unutmuyoruz.
”En İyi Erkek Oyuncu” dalında Casey Affleck’in Oscar’ı çoktan hak ettiğine şüphe yok. Zaten Altın Küre ve BAFTA ödüllerini de şimdiden aldı bile… Bence ”En İyi Orijinal Senaryo” dalında da bu film mutlaka ödüllendirilmeli. Kalplerimizin Oscar’ı Manchester by the Sea’ye…
Yorum Yapılmamış: "Manchester by the Sea: Kalplerin Oscar'ı ona"