Burcu B. Bilgin
(9/10)
Oscar’da bu yıl Güney Kore’den bir film bütün ezberleri bozdu, alışılmışların dışına çıktı, deyim yerindeyse tarih yazdı.
Sadece 4 dalda Oscar kazanmakla kalmayıp bir çok ilke imza atan Parazit/Parasite ya da orijinal ismiyle Gisaengchung, “En İyi Film” ve “En İyi Yabancı Film” ödüllerini kazanan ilk yapım da oldu.
Parazit, “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Film” ödüllerini kazanan, “İngilizce olmayan” ilk filmdi ayrıca.
Aslında her şeyin başına dönersek, bu yılki Oscar gecesi daha sona ermeden “heyecansız ve sürprizsiz” olarak nitelendiriliyordu.
Sebebi de 1917 adlı 1. Dünya Savaşı filminin “En İyi Film” ödülünü kazanacağı herkes tarafından “cepte” görülüyordu.
Deneysel işlere yeşil ışık yakmayan, geçen yıl Roma gibi bir filmi “kapısından döndürerek” tipik bir Hollywood filmi olan Yeşil Rehber’e ödül veren Akademi’nin, kağıt üzerinde Parazit’e en fazla “En İyi Yabancı Film” ödülünü verebileceği düşünülüyordu.
Roma’nın yönetmeni Alfonso Cuaron gibi Holyywood’da da muteber bir yönetmene verilmeyen ödül, Güney Koreli Bong Joon Ho’ya mı verilecekti?
Her ne kadar Altın Palmiye ödülünü eve götürse de farklı işlerin burada yeri yoktu, burada bol mesaj içerip gönülleri fetheden, ama sinema adına yenilik yapmayanlara yer vardı. Böylece çekirdek çitleyerek geçti milyonlar TV başına.
Ama Akademi üyelerinin tarih yazacağı tuttu ve bugüne geldik. Şimdi bu girizgahı yaptıktan sonra dönelim filmimize ve gerçekten bunca Oscar’ı hak etti mi ona bakalım.
Parazit, hani o “ayak manzaralı” yarı bodrum katları olur ya onlardan birinde yaşayan yoksul Kim ailesinin başından geçiyor. Ailemizin bir gün milyarder Park ailesiyle yolu kesişince olanlar oluyor.
Klozete tüneyerek internete bağlanabilen, kapısına sarhoşların işediği, küçücük camdan zor bela dışarının göründüğü tek göz odadaki işsiz ailenin hayatı, oğulları Ki-Woo’nun bir arkadaşının teklifiyle değişiyor. Ki Woo, Park ailesinin kızlarına lüks malikanede ders vermeye başlıyor.
Bir anda kendini hiç beklemediği bir dünyada bulan Ki-Woo’nun aklına hayatlarını değiştirecek bir plan geliyor ve macera başlıyor.
Aslında Kim ailesi oldukça kurnaz, bu varlık içinde dış dünyaya kapalı olmaktan mütevellit “oyuna gelmeye” açık Park’lar da her şeye inanan birileri olunca her şey uzun süre yolunda gidiyor. Ta ki o bardaktan boşanırcasına yağmur yağan uğursuz geceye kadar.
Filmin yağmurlu gecedeki ikinci dramatik dönüm noktasına kadar hikaye, alışılageldik bir Güney Kore filmi gibi gidiyor. Yönetmen birden seyirciyi o ortamdan alıp, adeta bir gerilim filminin içine sokuyor.
Filmin senaristi de olan Bong Joon Ho’nun başarısı da burada başlıyor ve zeka dolu senaryodaki bu ikilikle her şey evriliyor.
Kim ailesinin evi ve Parklar’ın lüks evi arasında giden öykü, bu kez malikanenin bodrum katını da mekan tutuyor.
Burada evin üst katları ile bodrum katı arasında gidilip gelinirken, başarılı bir metaforla ana katlarla zengin, bodrum katlarla yoksul kesime gönderme yapılıyor.
Evin alt katının Kuzey Kore’nin olası saldırısına karşı yapılan sığınak olduğu da vurgulanarak Güney Kore’den “karşı tarafa” sert bir füze de yollanıyor.
Bodrumdaki “istenmeyen” konuğun yarattığı huzursuzluk, tavan yapınca serüven giderek tırmanan bir kabusa dönüşüyor.
Filmde Park ailesinin babası ve küçük oğlu, Kim ailesinin “aynı koktuğunu” söylüyor. Kokudan sürekli şikayetlenen baba, “Sanki paçavra kaynatılmış gibi” diyor.
Hatta karı-koca bu “fena kokunun” metroya binildiğinde de duyulduğunda hemfikir oluyor. Bu koku da fakirliğin filmdeki bir başka metaforu olarak önümüze çıkıyor.
Filmdeki bir başka simge ise Kim-Woo’nun hiç ayrılmadığı meteor taşı. “Bu taş her yerde beni izliyor” diyen genç adamın bu taşla sembolize edilen tek güven kaynağı ise hayattaki planları.
Ancak işler karışınca babasına, “Şimdi planımız ne?” diyor ve ondan filmin en iyi repliğini duyuyoruz: “Bir planının olmaması en iyisidir. Çünkü bir planın olmazsa bozulmaz ve her şey yoluna girer.”
Final sekansına yaklaşılırken iki metafor daha geliyor. Bunlardan ilkinde yağan şiddetli yağmur, zengin aileye oğullarının bahçede kızılderili çadırı kurmasıyla yakınlaşma ve mutluluğu getiriyor.
Ancak aynı yağmur sonucu Kim ailesinin evini su basıyor, tuvaletler taşıyor, eşyalar su içinde yüzüyor, yoksul mahallede büyük yıkım oluyor.
Film, büyük şaşırtmacalarla dolu ilerleyip biraz karmaşık bir finalle bitiyor.
Bu kadar kusursuz ilerleyen filmin biraz daha vurucu bir sonla bitmesi beklenebilir ama belki de Bong Joon Ho’nun seçimi de her şeyi bu noktada bırakıp sorgulatmak.
Neticede Parazit, Akademi’nin en cesur ödül seçimi olmakla kalmıyor, metaforlarla dolu zeki senaryosu, bodrumlar ve malikanelerden oluşan, atmosferi iliklerimize kadar hissettiren mekan seçimleri, gerilimi, dramı ve Güney Kore filmlerinin havasını veren sinematografisiyle Oscarlar’ı ve aldığı tüm ödülleri sonuna dek hak ediyor.
Her anıyla akıcı, hiç sıkmayan bu enfes filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.
2 Yorumlar: "Parasite: Oscar'ı gerçekten hak etti mi?"
Aysin korkut 11 Şubat 2020 (21:40)
Sonuna kadar haklı bir başarı⁹
Hüseyin Arif Bilgen 12 Şubat 2020 (18:19)
Hem de nasıl haketti.Evrensel bir çelişkiyi(zengin-fakir)hiç tuzağa düşmeden melodrama kaçmadan kara komedi tarzında harika veriyor. Çok isterdim bizim sinemacıların bu konuyu bu tarzda işlemiş olmasını