Burcu B. Bilgin
(9.0/10)
Nobel ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez’in aynı adlı başyapıtından ekrana uyarlanan Yüzyıllık Yalnızlık (Cien Años de Soledad/One Hundred Years of Solitude, Netflix ekranında izleyiciyle buluştu.
İlk kısmı sekiz bölüm olarak yayınlanan diziyi izleyip sizler için inceledim:
Yazarın, çocukluğunun geçtiği Aracataca kasabasında yaşadıklarından esinlenerek kaleme aldığı 1967 tarihli roman, Marquez tarafından Meksika’ya ilk gidişinde yazıldı.
Marquez, ölümüne kadar kitabın film haklarını herhangi bir yapım şirketine vermeyi reddetmişti. Zira bu kadar uzun soluklu bir kitabın filme başarıyla aktarılamayacağını düşünüyordu.
Ancak 10 yıl önce hayata veda eden yazarın oğulları Rodrigo Garcia ve Gonzalo Garcia Barcha, önlerine gelen bu projenin kitabın tamamını başarıyla yansıtabilecek potansiyeli olduğunu görünce film haklarını satmayı kabul etti. Her iki kardeş de yönetici yapımcı olarak projeye katıldı.
Yönetmenliğini Alex Garcia Lopez ve Laura Mora’nın üstlendiği Yüzyıllık Yalnızlık, romana sadık kalarak birebir ekrana aktarıldı.
Konusu 19. yüzyılın ortalarında geçen Yüzyıllık Yalnızlık, bir ailenin trajediler, acılar, mutluluklar, karmaşa ve yıkımla geçen uzun soluklu öyküsünü anlatıyor.
Dizi, aileleri tarafından kuzen oldukları gerekçesiyle evlenmeleri hoş karşılanmayan José Arcadio Buendía (Marco Antonio González) ve Úrsula Iguarán’ın (Susana Morales) buna rağmen hayatlarını birleştirdikleri düğünle başlıyor.
Annesi, her şeye karşın kuzeniyle birlikte olmayı seçen kızı Úrsula’ya ailede böyle evlilikler yapanların “domuz kuyruklu canavarlar” dünyaya getirdiklerini söyleyince genç kız, eşiyle birlikte olmayı bir bekaret kemeri takarak reddediyor.
Evliliklerinin bu durumuyla dalga geçen bir köylü yüzünden José Arcadio Buendía, bir grup arkadaşıyla beraber yeni bir yere yerleşmek üzere yola düşüyor. Bu sekanstaki görüntü yönetimi, Yüzüklerin Efendisi serisindeki kadar başarılı.
Aradıkları toprak bir türlü karşılarına çıkmıyor, yollarda türlü badireler atlatıyor, tehlikeler yaşıyorlar. Hamile olan Úrsula büyük sıkıntılar çekiyor.
Sonunda José Arcadio, hayallerindeki ütopik cenneti bulamayaklarını anlayınca kendi cennetini yaratmaya karar veriyor ve bir toprağı vatan olarak seçiyor ve buraya Macondo ismini veriyor.
José Arcadio’nun yaşam yolu, Macondo kasabasını ziyaret eden Melquiades (Moreno Borja) ile tanışınca iyice değişiyor. Kendisine simya öğreten bu göçebe sayesinde bilimle tanışan José, laboratuvardan çıkmamaya başlıyor.
Bu arada çiftin “domuz kuyruklu çocuk” korkusu boş çıkıyor ve üç sağlıklı çocukları oluyor: José Arcadio (Thiago Padilla), Aureliano (Jerónimo Echeverría), and Amaranta (Luna Ruíz). Tabloya beklenmeyen tanrı misafiri Rebeca (Aleja Mechas) ve gayrimeşru torun Arcadio’nun (Janer Villareal) katılmasıyla aile genişliyor.
Edebiyatta büyülü gerçekçilik akımının en önemli temsilcilerinden olan Marquez’in bu tekniği uyguladığı ilk romanını hiç kuşkusuz ekrana aktarması oldukça zor.
Kitaptaki ölçüde olmasa da büyülü gerçekçiliği dizideki sahnelerde görüyoruz. José Arcadio’nun çevresinde zaman zaman insanların ayakları yerden kesiliyor. Bunlardan biri de kasabaya yeni gelen Rahip Nicanor (Álvaro García) oluyor.
Úrsula’nın annesinin “Nereye kaçarsan kaç hiçbir zaman gerçek kaderinden kurtulamayacaksın,” kehaneti, daha ilk yıllarda genç kadını zorlayan bir sınav olarak önüne çıkıyor.
Eşi laboratuvara kapanarak ailesini ihmal ediyor, evlatlıkları Rebeca toprak yiyor. Oğulları ergenlik çağında adeta yolunu kaybediyor ve kasabanın falcısı Pilar Ternera’dan (Viña Machado) bir gayrimeşru torunu oluyor. olma torunu oluyor. Yani kötü kader kapıyı çalıyor.
Hikayenin çatısı olan ilk bölümler, bir aile draması havasında ilerlerken araya büyülü gerçekçilik ve masalsı öğelerin girmesiyle renkleniyor.
Hikaye, bir noktadan sonra trajedi ve toplumsal çalkantılara doğru evriliyor. İlk gençliğini arkada bırakan en büyük oğul José Arcadio’nun evden ayrılışı, ortanca Aureliano’nun yaşadığı dram, Amaranta’nın Rebeca ile İtalyan Pietro Crespi’nin (Ruggero Pasquarelli) aşkını kıskanması, büyükannenin kehanetini iyice doğruluyor.
Zaman ilerledikçe ülkenin çehresinin değişmesi, herkesin eşit olduğu, ideal toplum düzeninin oturtulduğu Macondo kasabasının huzurunu bozmaya başlamasıyla toplumsal değişimin fitili ateşleniyor.
Bu sekanslardan itibaren Kolombiya’da 17 Ekim 1899-21 Kasım 1902 yılları arasında süren ve ismine “Bin Gün Savaşları” denilen çatışmalara gönderme yapılıyor. Liberal Parti ile Ulusal Parti-sonraları yerini alan Muhafazakar Parti-arasında başlayan iç savaşın yarattığı yıkım gözler önüne seriliyor.
Bu sırada aşırı düşünme ve üst üste gelen trajediler yüzünden aklını büyük ölçüde kaybeden ailenin başı José Arcadio, bir ağaca bağlı olarak yaşamını sürdürmeye başlıyor.
Burada önemli bir metafor ön plana çıkıyor. Bu hızlı yıkım, kasabanın mimarı José Arcadio’nun da çöküşüyle eş zamanlı gerçekleşiyor. Bağlı olduğu ağaç metaforik olarak aileyi temsil ederken, ailenin başı da o ağacın altında eli kolu bağlı kalıyor.
Barışı getirmek için yola çıkan Aureliano, gözü savaştan başka bir şey görmeyen bir adama, kasabayı teslim ettiği bilim hayranı Arcadio, Napoleon özentisi bir diktatöre, eve dönen José Arcadio çiftçilerden haraç alan bir toprak ağasına, Amaranta ise egosu uğruna ölüme sebep olan bir kadına dönüşüyor.
Bütün bu tablonun içinde Úrsula, barıştan, huzurdan, anlayıştan yana olan tek kişi. Kaderinden kaçamayacağını anlasa da yine de elinden geleni yapmak için çırpınıyor.
“Adalet kavramı menfaatlere göre değişir,” diyen Aureliano ile başa çıkamayan annesi, kasabanın huzurunu bozup gözünü kan bürüyen oğlundaki bu şiddetli karakter dönüşümüne tanıklık ediyor.
Sonunda da ağzından şu sözler dökülüyor: “Bundan kaçamadık José Arcadio. Bir canavar yarattık.” Böylece yıllar boyu ailesi ve kasabası için uğraşan anne Buendia, canavarların illa kuyruklu olmadığı gerçeğiyle yüz yüze geliyor.
Buendialar’ın evliliklerine onay verilmemesiyle başlayan tatsızlık, nesiller boyunca arka arkaya aynı kaderin yaşanmasının ve her kuşağın bir önceki neslin hatalarının bedelini ödemesiyle sonuçlanıyor.
Bu döngü de kitabın yazarının “yüzyıllık yalnızlık” dediği duruma sebep oluyor. Ekranda işte iki kısım halinde 16 bölüm olarak bu lanetin sonuçlarını izliyoruz.
Romana tamamen sadık kalınarak çekilen dizide, hikayedeki ensest, pedofili, cinsel istismar çağrıştıran öğeler de ayıklanmamış.
Zira Pilar’ın reşit olmayan José Arcadio ile ilişkisi, Aureliano’nun “çocuk gelin” diyebileceğimiz Remedios Moscote (Cristal Aparicio) ile evliliği, kardeş sayılabilecek José Arcadio ile Rebeca ilişkisi, ailenin yaşadığı lanetin kötü sonuçları ve tekrar tekrar aynı yanlışlara düşülüyor.
Aile içinde her hata yapan kişi trajediyle cezalandırılırken, bir sonraki nesle de bu yaptığı hatanın bedelini gayrimeşru çocuklar, geride kalmış yetimler, çarpık aile yapısı ile ödetiyor.
Bunun önüne bir noktada geçilmesi gerekiyor ve ilk kısmın sonlarına doğru Amaranta, öz yeğenini reddederek bu zinciri kırmayı başaran ilk halka oluyor.
Dizide kanın akarak bütün kasabayı geçmesi ve oğlunun ölümünü annesine haber vermesi, insanların havalanması, gökten sarı çiçeklerin yağması, uykusuzluk hastalığının kasabayı esir alması gibi büyülü gerçekçilik içeren başarılı pek çok sahne yer alıyor.
Ayrıca metaforlar da ustaca kullanılıyor. İlk kısmın finaline doğru gökten yağan sarı çiçekler ölüm, değişim ve yaklaşmakta olan yıkımı, bahçedeki ağaç Buendia ailesini ve başı olan José Arcadio’yu temsil ediyor.
Dizideki oyunculuklara gelecek olursak Úrsula’nın ileri yaşlarını canlandıran Marleyda Soto için ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Soto, başarılı oyunculuğu ile ilk kısmın ortalarından itibaren diziye damgasını vuruyor.
Rebeca’nın çocukluğunu ve gençliğini canlandıran Nicole Montenegro ve Laura Grueso, karakterin devamlılığını en iyi biçimde veriyor.
José Arcadio’nun gençliğini ekrana taşıyan Marco Antonio González Ospina heyecanı ve enerjisiyle, olgun çağlarını ekrana getiren Diego Vásquez ise çökmüş ve umutsuz haliyle karakteri başarıyla canlandırıyor.
Ailenin kaderinden fazlasıyla nasibini alan Arcadio Buendia rolündeki Janer Villareal ile Aureliano’nun yetişkinliğini canlandıran Jerónimo Barón da dizinin en iyilerinden.
Dolayısıyla Marquez’in 464 sayfa boyunca süren uzun soluklu romanını ekrana taşımak gibi zorlu bir misyona soyunan Yüzyıllık Yalnızlık, ilk kısım itibarıyla bu görevin üstesinden geliyor.
Romana birebir sadık kalınması, yönetmenlerin ustalığı ve eşsiz görüntü yönetimiyle izleyiciyi adeta bir masalın içine çekerken, mekan kullanımlarıyla farklı atmosferler çiziliyor ve başına bir görsel şölen ortaya çıkıyor.
Çatışmanın eksik olmadığı Güney Amerika coğrafyasını mercek altına alan hikaye, güç kimin elindeyse onun tehlikeli hale geldiğini de gözler önüne seriyor.
Birbirine benzer dizi filmleriyle eleştiri konusu olan Netflix’in bu yüz ağartan projesi, ekranın son dönemdeki en nitelikli işleri arasında. Mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.
Yorum Yapılmamış: "Yüzyıllık Yalnızlık: 2024 yılının en iyi dizisi"