Burcu B. Bilgin
(8.5/10)
Ekran macerasına başrolünü Özge Özpirinçci ve Salih Bademci’nin üstlendiği ilk sezonu ile başlayan Blu TV dizisi İlk ve Son o dönemde büyük ilgiyle karşılanmıştı.
Bir evliliğin başı, ortası ve sonunu yıllara dağılarak ele alan dizi, bu kez Hazal Subaşı ve Ulaş Tuna Astepe’nin rol aldığı başka bir hikayeyle izleyici karşısına çıktı. İlk ve Son’un 2. sezonunu izleyip sizler için inceledim:
Senaryosunu Hakan Bonomo’nun kaleme aldığı İlk ve Son dizisinin yeni sezonu, varlıklı bir ailenin kızı olan Nilüfer (Hazal Subaşı) ile dindar, orta sınıf bir ailenin oğlu Cihan’ın (Ulaş Tuna Astepe) 10 yılı aşkın süreye yayılan ilişki öyküsünü konu alıyor.
İlk ve Son, kurgusu itibarıyla flashback ve flashforwardlarla ilerleyen bir dizi olduğundan sonun başlangıcını, yani bir çocuklu Alaca ailesinin dağıldığını görüyoruz.
Ayrılık arefesindeki Cihan ile Nilüfer’in oldukça tartışmalı geçen boşanma görüşmelerinin ardından 2014 yılına, yani Cihan ile Nilüfer’in tanışmalarına gidiyoruz.
Hikayeleri 2014 yılında bir deniz kenarında Cihan’ın yaptığı bir espri ile başlayan ikili, birbirlerinin kim olduğu konusunda herhangi bir fikir sahibi olmadan yakınlık kuruyor. Baba yadigarı bir kolyeyi arama, tezgahta takı satma, belediyeye ücreti ödenmemiş bu tezgah için zabıtadan kaçma, gece denize girme gibi bir dizi keyifli macerayı içeren öyküleri, İstanbul’da da devam ediyor.
Dizinin özellikle ilk bölümleri, yazmaya yeteneği olduğu halde bunu istediği gibi değerlendiremeyen, başka işlerde de dikiş tutturamayan, bu sebeple de devamlı iniş ve çıkışlar yaşayarak kah depresif hallere bürünen, kah patlamalar yaşayan Cihan’ın Nilüfer’e yaşattığı sorunlara sahne oluyor.
Ancak Cihan böyle olsa da Nilüfer de sorunsuz değil. Çok sevdiği babası henüz o küçük yaşlardayken canına kıyan, baskıcı annesinin hayatı üzerinde yarattığı sorunlarla boğuşan, zengin ailesinin gücünden yararlanmamak için kendi başına ayakta durmaya çabalayan biri. Onun da tıpkı sevgilisi Cihan gibi sıkça duygusal patlamaları var.
İlk bölümde sinyallerini yavaş yavaş aldığımız ailevi sorunlar, dizinin ikinci bölümünde Nilüfer ile Cihan’ın birbirinin aileleriyle tanışması ile iyice su yüzüne çıkıyor.
Nilüfer’in narsist, mutsuz, sahiplenmeci ve kontrolcü annesi (Senan Kara), ölen eşine benzettiği Cihan’ı kızına uygun görmezken, Cihan’ın mütedeyyin babası (Muhammet Uzuner) ile tanışıyoruz ve onun çocuklukları boyunca Cihan ile ablasına (Neslihan Arslan) sürekli fiziksel ve duygusal şiddet uyguladığını öğreniyoruz.
Cihan’ın babası o kadar sorunlu bir karakter ki yaptığı yanlışlar yüzüne vurulduğunda daima din ve inançları kendine kalkan yapıyor. Ancak babasına en güzel cevabı üçüncü bölümde yine Cihan veriyor: “Belki de sen kalp kırarken o kırdığın kalbin sahibi Allah’ın sevdiği bir kuludur baba”
Her ne kadar babası, ablası ve Cihan’ı “yetiştirdiğim birer kafir” diye tanımlasa da aslında Cihan esasen inançlı bir birey. Alkol ve madde bağımlılığına rağmen dini referanslar veriyor, yere düşen ekmeği alıp “nimeti yere atma,” uyarısında bulunabiliyor.
Aslında burada Cihan’ın “baba sorunsalı” çok mühim. Zira belki de sezon boyunca izlediğimiz bütün sorunların temelinde, Cihan’ın Nilüfer’e yaşattıklarında, ailenin parçalanmasının ardında hep babasının yol açtığı geçmiş travmalar yatıyor.
Cihan’ı ve ablasını hiç sevmeyen baba, kendi kafası içinde haklılığına öyle inanmış durumda ki son anına kadar bundan taviz vermiyor. Sevilmediğini düşünen Cihan da başta eşi Nilüfer olmak üzere herkesin kendisine acıdığını düşünüyor.
Cihan’ın yaşadığı bu özgüvensizlik ve değersizlik duygusu, ilişkilerinin her anına yansıyor. Nilüfer’i çok zor durumda bırakıyor, evliliklerinin çatırdamasına sebep oluyor, kariyerinde güçlükler yaşatıyor.
Bunun zirvesini ise Nilüfer’in zengin bir reklamcı olan dayısı (Serhat Kılıç) ile çiftin yemek yediği sahnede görüyoruz. Dayı karşısında zaten 1-0 yenik başlayan Cihan, dayının eleştirilerine rağmen yazdığı romana bile sahip çıkamıyor, kendini savunamıyor.
Dizinin zirvesi diyebileceğimiz üçüncü bölümde ise büyük bir kayıpla yıkılan Alaca ailesinin bir başka sorunu ile daha yüzleşiyoruz. Cinsel yönelimleri sebebiyle aileden dışlanan ablasının yaşadığı travmalar ve acı içinde geçen hayatına da tanıklık ediyoruz.
Eşini de hasta olduğuna inandırarak sürekli hastaneye götüren, türlü türlü hastalıklar yakıştıran baba, kendi “gerçek hastalığını” ise kabul etmeyecek denli kör.
Böylelikle ailelerini detaylı tanıma fırsatı bulduğumuz Nilüfer ile Cihan, uygun zemine yapılmamış, depreme dayanıksız bir ev gibi aile inşa ediyor.
Baskıcı ve narsist baba, ezik ve pasif annenin oğlu Cihan ile hayata karşı zayıf baba ve kızını kendi uzantısı gibi gören annenin çocuğu olan Nilüfer, her şeye rağmen başarabileceklerine inanıyorlar.
Aslında Ayta Sözeri’nin yer aldığı 1. sezonun 8. bölümünde “Cihan’ın da bir Nilüfer’i vardı. Deli gibi aşıklardı. Gerçi hala aşıklar. Böyle oturup konuşamadıkları için vedalaşamadılar da.” diye durumlarını özetlediği çift, geçmişten taşıdıkları travmalar olmasa anlaşamayacak durumda değiller.
Ama günümüz toplumunda herkesin yaşadığı sorunlardan farklı değil Nilüfer ile Cihan’ın yaşadıkları. Karşılıklı iletişimsizlik, birbirini anlamakta güçlük, kendi bireysel sorunlarını aşamadıkları için empati noksanlığı, süreğen tartışmalar sonlarını getiriyor.
Esasen ilişkileri ne hepimizin yaşadıklarından daha inanılmaz, ne bizlerin ilişkilerinden daha toksik. Sadece toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan bireylerin yaşadığı ilişki sorunlarını yaşıyor ve sonu boşanmaya giden/gidebilen bir ilişkiye hapsoluyorlar.
Çiftin, Serdar Orçin tarafından canlandırılan ve arkadaşlarının sevgilisi olan psikoloğun evlerine konuk olduğu bölümde eğer iletişim kurabilirlerse nasıl sorunlarını çözebildiklerini de açıklıkla görebiliyoruz. Bu bölüm sonunda Müslüm Gürses tarafından seslendirilen Nilüfer şarkısı da anlatımı güçlendiriyor.
Kızları Elif sayesinde ilişkilerini düzeltebilecekleri yanılgısı da toplumda sıkça görülen çocukla düzelmesi beklenen evliliklerin çoğunda var.
Dolayısıyla aile travmaları yaşayan, bütün bunlar kişiliklerine nüfuz eden, bu sorunları ilişkilerine de taşıyıp birbirini yıpratan, sonunda da eleştirdikleri tüm yönleriyle birbirine dönüşen, ikisinden biri haklı ya da haksız olmayan, yalnızca diğerini anlamayan, dinlemeyen, empati kuramayan, sonunda da yollarını ayıran sayısız çiftten biri Alaca çifti. Onlar hepimiziz, biziz.
Senaryosu baştan sona iyi yazılmış, ilk sezonu aratmayan ikinci sezonda başrol oyuncuları Ulaş Tuna Astepe ile Hazal Subaşı birbirinden mükemmel performanslar sergiliyor, rollerini yaşamıyor, yaşatıyorlar.
Cihan’ın babası rolündeki Muhammet Uzuner, ablası rolündeki Neslihan Arslan ve konuk oyuncu oldukları birer bölümdeki performansları ile Serhat Kılıç ve Serdar Orçin, İlk ve Son’un diğer parlayan yıldızları.
Aile travmalarına, bunun yarattığı kişilik sorunlarına ve devamında kötü ilişkilerine değinen incelikli senaryosu başarıyla kaleme alınmış dizide aile bireylerinin isimlendirilmeyip sadece anne, baba, dayı, abla şeklinde anılması da bilerek düşünülmüş başka bir detay.
Ancak ilk sezondan beri süregelen iki soruna değinmeden geçemeyeceğim. İlk sezondaki bazı sahnelerdeki ses sorunu halen devam ediyor. Öyle ki diyaloglar anlaşılmadığı için neredeyse altyazı opsiyonunu yerli bir dizide açacak duruma getiriyor insanı.
Yine yerli dizilerimizin çoğunda yer alan bir başka meseleye burada da rastlıyoruz. Dizinin altıncı bölümünde Nilüfer’in 2027 yılındaki saç modeli için ucuz bir peruktan yararlanılması, bu peruğun da izleyiciyi rahatsız etmesi kabul edilemez.
İlk sezonda Salih Bademci tuhaf kaynak saçlarla, Özge Özpirinçci ise kötü peruklarla kamera karşısındaydı.
Netice itibarıyla İlk ve Son, Ingmar Bergman’ın Bir Evlilikten Sahneler filmi ve ondan esinlenilen tiyatro oyunu, ayrıca Adam Driver ile Scarlett Johansson’lı A Marriage Story’yi aratmayacak, ilişkiler üzerine çok başarılı bir yapım.
Ekrana gelen 2. sezonuyla da ilk sezonun etkisini tekrar eden bu çarpıcı diziyi mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.
Yorum Yapılmamış: "İlk ve Son 2. sezon: Bizi yok eden aile travmalarımız"