Burcu B. Bilgin
“Suni gündem çöplüğü” olan ülkemizde son günlerde yine nur topu gibi bir konumuz daha oldu. Aynı konu aslında tekrar tekrar gündeme düşüyordu ama bu defa fitilini oyuncu Farah Zeynep Abdullah ateşledi.
Abdullah ile Güney ailesini mahkemelik eden mesele ise Yılmaz Güney’in aslında zaten yıllar yılı tartışılagelen özel yaşamı oldu. Ben ortada uçuşan tarafgir ve sığ söylemlerin çevresinden dolaşarak konuyu sanatçılar ve eserleri üzerinden ele alacağım:
Şu günlerde yazar Franz Kafka’nın yaşamına ışık tutan Kayıp Kişinin Günlüğü ve Charles Bukowski’nin hayatına dair kendi anılarından oluşturulan Bukowski isimli iki çizgi roman okudum.
Zaten hayatlarını oldukça detaylı bildiğim iki önemli edebiyat devine dair yeni bazı şeyler de öğrenirken tam da üzerinde konuya paralel olarak Yılmaz Güney tartışmaları önüme düştü, daha doğrusu pek çoklarınız gibi istemeden maruz kaldım.
Mesela Bukowski, malumunuz gerçek bir filozof, yeraltı edebiyatının öncüsü, hakkında “Amerika’nın en iyi şairi” tanımları yapılan, türünde gelmiş geçmiş en iyi kalemlerden biri olarak tanınır.
Ama özel hayatına baktığımız zaman alkolik, cinsiyetçi, kadınlarla ilişkileri dengesiz, hatta onları birer bedenden ibaret gören, ilişkilerinde fiziksel ve duygusal şiddete başvuran bir adam.
Diğer taraftan tam bir hayvansever, hayata dair görüşlerini çerçeveletip asmak isteyeceğiniz, kırk yaşından sonra edebiyatta isim yapmış ve o döneme değin yayınlanmasa da üretmeyi sürdürmüş azimli ve başarılı bir isim.
Franz Kafka’ya dönüp baktığınızda ise literatüre “Kafkaesk edebiyat” tanımını kazandıracak kadar iyi bir kalem. Hayatını pençesine düştüğü tüberküloz hastalığı sebebiyle zorluklar içinde geçiren, ölümünden sonra eserleri değer kazanmış bir dahi.
Özel hayatına baktığımızda ise bizim Felice’ye, Milena’ya yazdığı duygu dolu satırlarla tanıdığımız Kafka aynı zamanda Bukowski’ye yakın ölçüde cinsiyetçi, neredeyse kadın düşmanı. İlişkilerde sadece kendini düşünen, kadınlara karşı bakış açısı ve davranışları sorunlu, hayatının son demlerinde bir öğretmenle yaşadığı ilişki haricinde dikiş tutturamamış.
Üstelik de Kafka “kadınları yarı yolda bırakmasıyla” ünlü, günümüz koşullarında değerlendirmeye kalkarsak tam bir ghostingci.
Asıl konumuz olan Yılmaz Güney ise döneminde de en az şimdi bizim Farah Zeynep’in katkısıyla yeniden konuştuklarımızla gündeme gelmiş, hatta katıyla.
İlk eşi, oyuncu Nebahat Çehre ile olan çalkantılı ilişkisi, eşine fiziksel ve psikolojik şiddet uygulaması, başına bira bardağı koyup ateş etmesi, mektuplarında açıklanan aşırı kıskançlığı ve baskıcılığıyla döneminde basına da çok konu olmuş. Günümüz deyimiyle tam olarak bir “toksik ilişkinin” iki kahramanı Güney ile Çehre.
Güney’in hayatında otomobille Nebahat Çehre’ye çarpıp yaralaması, yine bir genci otomobille çarparak öldürdüğü iddiası, arkadaşlarının ellerindeki bira şişelerine ateş etmesi, Yumurtalık Hakimi’ni öldürüp hapse girmesi, hapisten kaçması, ardından firar ettiği Paris’te mide kanserine yakalanarak sonlanan yolculuğu derken yok yok.
Ama aslolan Güney’in sinemamıza kattıkları, yerli sinemamızın neresinde durdurduğu, dönemin emekçi haklarına yaptığı katkılar. Gerçi bu katkı da “Zaten Batı’da ödül alan tüm yapımlar politik söylemlerle kazandı,” gibi argümanlarla gölgelenmeye çalışılıyor.
Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı, Şerif Gören’in yönettiği Yol-ki ilk ismi Bayram-sanatçının “masterpiece’i” diyebileceğimiz Altın Palmiye ödüllü filmi.
Sıkıyönetim döneminde bayram iznine çıkan ve buna ilk başta çok sevinen beş mahkumun sonunda “dışarının koşullarınının” da içeriden farklı olmadığı ayırdına vardığı bir “yol” hikayesini anlatan filmin, dönemin koşulları sebebiyle Türkiye’de gösterimi 17 yıl süreyle yasaklanmış.
Döneminin politikasına dair çok başarılı bir eleştiri işlevini üstlenen bu film, sistem karşıtlığının döneminde bayraktarlığını yapmış, içeride hapishane müdürü ve gardiyan, dışarıda asker aracılığıyla egemenler tarafından ezilenlerin sorunlarını başarıyla beyazperdeye getirmişti.
Bu başarılı toplumsal gerçekçi film sadece bu bağlamda da kalmayıp töre, namus, gelenek gibi konuları da yan hikaye olarak izleyiciye sorgulatmıştı.
Sanatçının sinemaya katkısı ile özel hayatını kefelere koyup tartmak, ölümünden sonra bu konuları tekrar ısıtıp ısıtıp toplumun önüne koymak kime ne getiriyor diye sorarsanız konuyu gündeme taşıyanlara ve tartışmaya katılan ünlülere birkaç günlük ya da haftalık göz önündelik kazandırdığı aşikar.
Burada sanatçı ile eserini birbirinden ayırt edebilmek aslında tüm bu tartışmaların dışında kalabilmemizi sağlayabilecek temel metod.
Yoksa kendimizi eserini veya politik, edebi, felsefi duruşunu beğendiğimiz sanatçıların özel hayatlarını savunmaya uğraşırken de eş, dost, tanıdıkla, hatta hiç bilmediğimiz kişilerle kendimizi tartışırken buluveriyoruz. Anlamsız ve kısır tartışmaların hiç yoktan tarafı oluyoruz.
Eğer eserleri değil sanatçıları konuşursak da Charlie Chaplin’den Pier Paolo Pasolini’ye, Roman Polanski’den Marlon Brando’ya, Jim Morrison’dan Salvador Dali’ye değin sayısız isim tartışma konusu olur.
Hele ki işin içerisine bir de sanatçıların yaşadıkları dönemin şartları girdi mi durum içinden çıkılamayacak bir hal alıyor. Zira eski filmleri, kitapları, metinleri, karikatürleri gördüğünüzde içlerindeki pek çok şey günümüzde cinsiyetçi, homofobik, yaş ayrımcısı, şiddet yanlısı, ırkçı diye nitelenebilir.
Bu konuyu en iyi irdeleyen örnek de bence Joachim Trier imzalı 2021 yapımı Dünyanın En Kötü İnsanı filmi. Filmin protagonistinin ilk sevgilisi, 90’larda çok popüler olan bir kedi karakterini yaratan ünlü çizer.
Çizdiği kedinin şiddet yanlısı, cinsiyetçi ve homofobik bulunması yüzünden bunları sanki 90’larda değil şimdilerde çizmiş gibi savunması istenen çizer, o günün şartlarında yaptığı bir iş için günümüzde yaftalanıyor, sorgulanıyor.
Oysa düşünün ki vaktiyle insanlar birbirini düelloya davet ediyor, birbirini öldürüyor ve bundan da ceza almıyordu. Evlenme yaşı on üç, on dördü geçmiyordu. Çalışanlara köle muamelesi yapılıyordu. Kadın erkek eşitliği yoktu. İnsan hayatı ve onuru kıymet taşımıyordu.
Peki tüm bunların çözümü ne? Fikrimce çözüm yolu, sanatçı ile eserini olabildiğince ayırmaya çalışmak ve dönemin koşullarını göz önüne almak.Ama bu öylesine bir paradoks ki ikilemde kalmak da normal.
Bu sebepten eser üreticilerini “rol model” olarak almaya çalışmamakla işin içinden çıkılabilir. Zira kendimize rol model ararsak elimizde Erol Evgin harici kimse kalmayana kadar gidebilir.
Yaşadığımızın, ölmüş sanatçılar üzerinden yapılan son tartışma olması dileğiyle…
b
Yorum Yapılmamış: "Yılmaz Güney ve "Yol"u"