Burcu B. Bilgin
(8.5/10)
Polisiye edebiyatının güçlü kalemlerinden Patricia Highsmith’in aynı adlı romanından uyarlanan Ripley, son dönemin üzerinde en çok konuşulan dizileri arasında yer alıyor.
Sekiz bölüm halinde Netflix ekranına gelen Ripley isimli mini seriyi izleyip sizler için yorumladım:
Ripley adlı anti kahramanını beş kitaplık bir seri halinde okurla buluşturan Highsmith, Yetenekli Bay Ripley isimli ilk kitabı 1955 yılında çıkardı. Bu kitabı 1991 yılına kadar Ripley Yeraltında, Ripley’nin Oyunu, Ripley ve Peşindeki Çocuk ve Ripley Su Altında isimli romanlar takip etti.
Tom Ripley’in serüvenleri, ilk olarak 1960’da Kızgın Güneş/Purple Noon ismiyle sinemaya uyarlandı ve Ripley’yi Alain Delon başarıyla canlandırdı.
Anthony Minghella’nın yönettiği, Matt Damon, Gywneth Paltrow ve Matt Damon’ın başrolü paylaştığı 1995 tarihli Yetenekli Bay Ripley/The Talented Mr. Ripley büyük ilgi uyandırdı.
2002 yılındaki Ripley’s Game isimli silik uyarlamada ise John Malkovich, Tom Ripley rolünü üstlendi. 2002 yılında Ripley Under Ground adlı bir uyarlama daha çevrildiyse de pek isminden söz ettirmedi.
Netflix yapımı seride ise Thomas Ripley’yi bu kez Sherlock ve Fleabag dizileriyle tanınan başarılı oyuncu Andrew Scott canlandırıyor.
Dizide Margerie “Marge” Sherwood rolünde Dakota Fanning’i Herbert Richard Greenleaf, yani “Dickie” rolünde ise İngiliz aktör Johnny Flynn’i izliyoruz.
Schindler’in Listesi filminin senaryosuyla Oscar ödülü kazanan Steve Zaillian’ın yönettiği Ripley, daha en başından farkını ortaya koyuyor.
Kendisine Akademi ödülü getiren bu filmde olduğu gibi dizide de “siyah beyaz” tercihini ortaya koyan Zaillian, ekran tarihine çok başarılı bir “kara film/noir film” örneği kazandırıyor.
Bu tercih, “art house” sinema meraklılarının daha açılış sekansından gönlünü fethediyor ve Highsmith’in ünlü polisiye karakterine bu kez daha “sert” ve daha “kötücül”.
Yetenekli Bay Ripley ve Kızgın Güneş’te İtalya sahillerinde her tondan “renk cümbüşü” içinde izlediğimiz Tom Ripley, bu defa tam tersine Alfred Hitchcock hayatta olsaydı kıskanabileceği kasvetli bir atmosferde karşımıza çıkıyor.
Bu yapımın oldukça iyi bilinen konusuna gelecek olursak; yoksul bir yaşantı süren Tom Ripley (Scott), küçük dalaverelerle hayatını sürdürürken, günün birinde gittiği barda karşısına tanımadığı bir özel dedektif çıkıyor. Bu dedektif, Tom’a çok zengin bir armatör olan Herbert Greenleaf’in (Kenneth Lonergan) kartvizitini verip onu bulmasını söylüyor.
Kalantor zengin Greenleaf ile tanışan Tom, onun teklifini kabul ederek oğlu Dickie (Flynn) ve sevgilisi Marge’ı (Fanning) bulmak üzere Napoli’nin küçük sahil kasabası Atrani’nin yolunu tutuyor ve macera başlıyor.
Amacı Dickie’yi tekrar New York’a döndürerek aile şirketinin başına geçmesini sağlamak olan baba Greenleaf, aslında tek mirasçısı olan maceraperest oğluna pek de iyilik yapmıyor. Zira nasıl bir sosyopatla tanıştığını fark edemiyor.
Atrani’de Dickie ile Marge ile kısa sürede yakın bir ilişki kuran Tom, bir süre sonra yavaş yavaş kötülüklerine başlıyor ve işin sonu cinayetlere kadar gidiyor.
Kızgın Güneş’te oldukça zalim ve sert, Yetenekli Bay Ripley filminde de maymun iştahlı ve şımarık bir profil çizen Dickie, bu filmde ise kendi halinde ve sakin bir kişilikle karşımıza çıkıyor.
Tom’un evlerine çöreklenmesini yumuşak salvolarla geçiştirip onu Amerika’ya güzellikle postalamak isteyen Dickie de babası gibi Tom’un “biraz değişik” olduğunu bilemediğinden şansı yaver gitmiyor.
İmza taklidi, sahte evrak düzenleme, sesleri taklit etme gibi enteresan yetenekleri olan Tom, kısa sürede şakır şakır İtalyanca konuşmaya başlıyor, bir ev tutuyor, zengin hayata kolayca adapte oluyor.
Ancak bir süre sonra bu güzel yaşantının tadını kaçıracak bir ziyaretçi kapısını çalıyor. Dickie’nin kendisi gibi İtalya’da yaşayan arkadaşı Freddie Miles’ın gelişiyle dizinin ikinci dramatik noktasına tanık oluyoruz.
Bu rolde de yine farklı bir yola giden yönetmen, Freddie rolünü ünlü şarkıcı Sting’in “kadın” olarak dünyaya gelen, ancak sonraları “non binary/cinsiyetsiz” olmayı seçen kızı/oğlu Eliot Sumner’a vermiş.
Lucio isimli bu beşinci bölüm, serinin hiç kuşkusuz en iyi bölümü ve burada yönetmenin Hitchcock filmleri ve Agatha Christie romanlarına saygı duruşunu görüyoruz.
Ripley’nin oturduğu, asansörü devamlı bozulan apartman, aslında tam da saydığımız iki ismin hikayelerine mekan olabilecek bir yer.
Olayları, İtalyan ev sahibesi Senyora Buffy’nin (Margherita Buy) kedisi olan Lucio’nun bakışıyla izlediğimiz bu bölümde, Tom ne yaparsa yapsın kedinin gözünden kaçmıyor.
Kedi Lucio da Agatha Christie’nin ünlü klasiği Sessiz Tanık’taki köpeği hatırlatıyor ve Zaillian tarafından bir kapalı montaj olarak diziye ekleniyor.
Yine bölüm sonunda sıçrayan kana basan Lucio, merdivenlerde pati izi bırakıyor ve dizi boyunca ilk kez kırmızı renge, daha doğrusu herhangi bir renge yer veriliyor. Bu da tıpkı Schindler’in Listesi filminde siyah-beyaz görüntü içine kırmızı paltolu kızın yerleştirilmesini anımsatıyor.
Bu arada, bölüm boyunca yer alan kedi Lucio’nun performansı da alkışı hak ediyor. Ripley’nin her hareketini saniye saniye takip eden bu sevimli kedi, oyunculardan rol çalıyor ve kelimenin tam anlamıyla Oscarlık bir oyunculuk sergiliyor.
Diziye yine yönetmen tarafından sihirli bir dokunuşla yerleştirilen Caravaggio tabloları da Ripley’nin macerasına romanda ve uyarlanan filmlerde olmayan bir başka farklılık katıyor.
Resme merak saran, ancak kötü tablolar yapan Dickie sayesinde resim sanatı ve İtalyan Barok ressam Michelangelo Merisi da Caravaggio’nun eserleriyle tanışan Tom, kendini sanatını ve hayatını yakından incelediği sanatçıyla özdeşleştiriyor.
Tanınmış bir ressam olmasının yanında aslında öfkeli ve saldırgan bir karakteri olan, ilerleyen yıllarda bu yüzden elini kana bulayan Caravaggio, bu yönüyle de Ripley’nin ilgisini çekince onu neredeyse takıntı haline getiriyor.
Sürekli müzelere giderek Caravaggio tablolarına bakan Tom, deha ile suçu birleştiren Caravaggio’da kendini buluyor. Tabii bu sekanslar sayesinde de İtalyan sanatının en usta fırçalarından olan Caravaggio’nun eserlerini bir kez daha izleme fırsatı doğuyor.
Caravaggio tabloları dahil izleyiciyi renkleri görmeye değil “hayal etmeye” davet eden yönetmen, siyah beyaz tercihinden dahi ressam için bile taviz vermiyor.
Dedektif Maurizio Ravini’nin (Maurizio Lombardi) ısrarlı takibi ve Ripley’nin başarılı kaçış taktikleriyle kedi-fare oyununa dönen dizinin son durağı ise kanallarıyla ünlü İtalyan cenneti Venedik oluyor.
Usta aktör John Malkovich’in de yer aldığı sahneler, dizinin “Narcissus” adlı final bölümünü unutulmaz kılıyor. Buradaki zekice bir başka gönderme de Malkovich ile ilgili.
2005 yılında Thomas Ripley’yi canlandıran ve bu filmiyle çok kötü eleştiriler alan oyuncu, dizide hem Ripley gibi bir “sahteci-con artist” olarak ekrana geliyor, hem de yıllar önceki rolünü seyirciye anımsatıyor.
Mini seri, böyle başarılı bir finalle son bulurken, sekiz bölüm boyunca pek çok şekilde sinema sanatının üst düzeydeki bir ekran sunumu olarak öne çıkıyor.
Robert Elswit’in görüntü yönetimiyle taçlanan dizi, ruha olduğu gibi göze de hitap ediyor. Konusu 1960’larda çeşitli İtalyan şehirlerinde geçen filmin dil tercihinde ise sıklıkla ana dil, yani İtalyanca kullanılıyor.
Oyunculuklara gelecek olursak; Thomas Ripley olarak izlediğimiz Andrew Scott sanki bu rol için doğmuş gibi görünüyor.
Henüz 25 yaşında Tom Ripley rolüne bürünen Damon çocuksu kötücüllüğüyle, Delon ise çekici ve küstah tavırlarıyla öne çıkarken, olgunluk çağında role hayat veren Scott için durum biraz daha değişik.
Oynadığı her rolün altından kalkan 47 yaşındaki aktör, kanıyla, canıyla, hemen her hücresiyle bu korkunç sosyopat katili yaşıyor ve yaşatıyor.
Tabii buna rağmen Highsmith öyle bir karakter yaratmış ki kendini hala ona kızarken değil içten içe kazanmasını isterken buluyorsunuz. Buna Andrew Scott’ın üstün oyunu da katkı veriyor.
Zaillian’ın daha sakin bir karaktere dönüştürdüğü Dickie rolünde ise Johnny Flynn bu sükunetin hakkını verirken, diğer filmlerdekine nazaran daha soğukkanlı bir Marge izliyoruz.
Yeni sürüm Margerie olarak seyrettiğimiz Dakota Fanning, bu rol için biçilmiş kaftan. Oyuncu, bu roldeki sade performansıyla alkış alıyor.
İlk romanda eşcinsel veya biseksüel olabileceği iması olan, ilerleyen kitaplarda ise evli bir adam olarak gördüğümüz Tom Ripley’nin cinsel yönelimi dizide pek altı çizilmeyen bir unsur olmuş.
Oysaki pek çok yapımda eşcinsel karakterlere yer verilmesiyle gündeme gelen Netflix, tam da top ayağına gelmişken bunu gole çeviriyor. Esasen Minghella imzalı filmin sonlarına doğru da Tom’un bir erkek sevgilisi olmuş, Dickie’den hoşlandığı da açık edilmişti.
Netice itibarıyla kaliteli yapımlara fazlaca yer verilmediği için çoğu zaman topa tutulan Netflix’i, “art house” yapımlara yaklaştıran Ripley, Patricia Highsmith’in 70 yaşındaki kahramanına farklı bir dokunuş getiriyor.
Siyah beyaz tercihinden metafor ve göndermelere, Hitchcock sineması ile Christie kitaplarını anımsatan atmosferinden birbirinden başarılı oyuncularına kadar son dönemin en iyi çalışmalarından biri olan Ripley’yi mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum.
3 Yorumlar: "Ripley: Ve kedi her şeyi gördü"
Hilal Koral 11 Nisan 2024 (17:32)
Muhteşem oyunculuk iç karartıcı bir senaryo güzel bir dizi. Mutlaka seyredilmesi lazım kalitesi açısından da. İnceleme de müthiş olmuş. Maine Coon cinsi kedi hem muhteşemdi hem de gizli bir tanık
Mustafa alak 17 Nisan 2024 (15:40)
İyi bir gözlem.Visual delight but 1960 film çok özgün.Çünkü 60’lar 60’larda anlatılıyor.Kızgın güneşte Roma caddelerinde Visconti’nin Leopar filminin afişleri var arka planda.ve hikaye bir yat alanında gelişiyor.1960 larda olsa bile hiç naive bir film değil.Netflix versiyonu fotoğrafçılık açısından tam bir B&W sanatı olmuş.
Selim Başar 8 Haziran 2024 (10:46)
Onlarca hatta yüzlerce dizi arasından nitelikli olanları bulmak bıktırıcı olduğundan dizi izlemez olmuştum ki yazarımız ve çok isabetli dizi tanıtımları rastladım ve sayesinde yine dizi izlemeye başladım, teşekkürler sevgili yazarım.