Burcu B. Bilgin
Corona sebebiyle evlerimize kapanmış ve vaktimizin bir kısmını film, dizi izleyerek geçirirken, dikkatleri üzerine çeken projelerden biri de mistik yerli polisiye Alef oldu.
Berlin, Venedik ve İstanbul film festivallerinde ödül alan, Tepenin Ardı, Abluka, Kız Kardeşler gibi filmleriyle tanınan Emin Alper’in çektiği Alef’i sizler için masaya yatırdım.
Başrolünü Kenan İmirzalıoğlu, Ahmet Mümtaz Taylan ve Melisa Sözen’in üstlendiği Blu TV ve FX işbirliği dizinin başarılı bir açılış sekansı var.
Rum cemaatinin, Hz. İsa’nın doğumu ve vaftiz edilişinin yıldönümü sebebiyle yaptığı geleneksel “Ta Fota” töreninde denizden haç çıkarmak için atlayan gençlerden biri atlamaya korkuyor ve arkadaşı da onu suya itiyor. Genç suda sonradan trans birey olduğu anlaşılan bir kadın cesediyle karşılaşıyor, böylece macera başlıyor.
Vurucu bir başlangıç yapan dizide olayları araştıran iki polis baş kahramanımız var. İşte klişeler bataklığına düşüşün ilk adımı da buradan başlıyor.
Sinematografik olarak True Detective, Bron/Broen, Seven gibi film ve dizilerin izinden gitme çabasındaki yapımın en büyük handikapı da bu klişeler. Görüntü yönetmeni Ahmet Sesigürgil’in bir yerli “kara film” oluşturma yönündeki uğraşısı, senarist Emre Kayış’ın özgün olmak yerine biraz oradan biraz buradan alma kolaycılığıyla yara alıyor.
Dramatik ve sert ışık kullanımları, anlatımı güçlendiren kontrastı yüksek ters ışık, mekanlarda yakalanan detaylar, mezarlık sekansındaki gotik hava, gece çekimlerindeki sarı ışık ve blurlu görüntü tercihleriyle oluşturulan başarılı atmosfer, senaryonun çok görülmüşlüğünün kurbanı oluyor.
Dizide gizemi çözecek iki polisten biri olan Settar (Ahmet Mümtaz Taylan), yerli ve yabancı örneklerini bugüne dek sayısız kez gördüğümüz bir karakter.
Mesleğinde emekliliğe yaklaşmış, doğruyu savunması sebebiyle üstleriyle uyumsuz, çalışma arkadaşları ve sorguladıkları kimselere karşı sert, hatta kaba tavırlar sergileyen, küfürbaz, ev yaşamında da sorunları olan, ancak çok yetenekli bir polis Settar.
Olayları çözmesine faydalı olacak, egzantrik kişileri de yıllar içinde tanımış. Mesela hapisten çıkınca güvercin yetiştiricisi olmuş biri silinmiş yazıları onun için okuyor, eski mesai arkadaşlarına olmadık işler yaptırıyor. Hep aynı meyhanede demleniyor, aynı deniz kenarındaki salaş yerden yemek yiyor.
Yerli ve yabancı örneklerini bin kere gördüğümüz bu karakterin yanına hep bu tip yapımlardaki gibi “yeni biri” veriliyor. Alışıldık polisiyelerdeki gibi “yalnız uçmayı seven” bu kartalın hayatı değişiyor.
Londra’dan gelmiş, eğitimli, modern yöntemlerle vaka çözmeyi seven, çalışma arkadaşlarına karşı nazik Kemal Tekin (Kenan İmirzalıoğlu), Settar’ın geleneksel yöntemlerle iş görmeyi seven düzenini bozuyor ilk başta. Sonra çatışsalar da uyumlu çalışmaya başlıyorlar.
Eh, bunlar spoiler bile değil sevgili okurlar, zira hepiniz hatta polisiye düşkünü olmasanız bile kim bilir böyle kaç dizi veya film seyretmişsinizdir.
Ha bu klişeler yetmiyor, her iki kahramanımız da geçmişlerinden gelen gizemli travmalara sahip. Biri içkiyle unutuyor, diğeri sürekli cebinden antipsikotik ilaçlar çıkarıp üçer beşer yutuyor. Yine sabaha karşı gelen telefonlarla uyanmalar, seri katilin bıraktığı gizemli notlar vs. senaryo klişeleri birbirini kovalıyor.
Gelelim mantık hatalarına; bir polis soruşturmasında olmaması gereken çok fazla şeyi dizide görüyoruz maalesef.
Mesela günlerce peşinden koşulan kanıt bir dergi, parmak izi alınmak üzere laboratuvara götürülmektense bir kafede çay ve simit eşliğinde polislerce okunuyor.
13 yaşından beri Londra’da yaşamış ve polislik yapmış Kemal’in Türkçesi’nde en ufak bir bozukluk yok, üstelik bir sahnede de Londra ile telefonda kötü bir İngilizce konuşuyor. Halbuki küçük yaştan beri orada yaşamış birinin İngiliz aksanına sahip olması lazım.
Dinlediği eski Türk müzikleriyle, kullandığı klasik otomobille, takıldığı meyhanelerle klişe bir karakter olsa da Settar’da bir doğallık varken, Kemal karakterinde oturmamışlık, havada kalmışlık seziliyor, inandırıcı değil.
Tema olarak dizinin “İslami gotik” diyebileceğimiz bir havası var. Az buçuk Ahmet Ümit romanlarını akla getiriyor. Artı, True Detective’in Matthew McConaughey ve Woody Harrelson’lı ilk sezonundan etkilendiği de aşikar.
Sapkın bir tarikatın çevresinde gelişeceği anlaşılan diziye ismini veren Alef ise İbrani alfabesinin ilk harfi. Dizinin karakterleri klişe olsa da konusu kendini şimdilik izlettiriyor. Ancak üçüncü bölüm, ilk iki bölümün gerisinde kalıyor, tempo düşüyor.
Bu arada, ilk bölümde adli tıpta incelenen ve başka bir vakada hangarda bulunan cesetlerin inandırıcılığı da dizinin artılarından.
Oyunculuklara gelince; Settar karakterine hayat veren Ahmet Mümtaz Taylan rolü adeta yaşıyor ve hakkını veriyor. Ancak Kenan İmirzalıoğlu, belki de üzerine en zor giydiği rollerden birinde seyirci karşısına çıkıyor. Diziye bir türlü damgasını vuramıyor, karaktere inandırıcılık sağlayamıyor, olmamışlık seziliyor.
Yan rollerde ise gerçekten çok başarılı performanslar sergileyen oyuncular mevcut. Ancak bir isim var ki ayrı tutmak gerekiyor. Polis amiri Mahmut rolündeki Muttalip Müjdeci, tam anlamıyla herkesten rol çalıyor.
Büro içinde astığı astık, kestiği kestik, ama üstlerine karşı ezik polis şefinin yöresel ağızla konuşması, telefonda önemli biri arayınca ceketinin ilikleyerek ayağa kalkması, hele ki Settar ile diyalogları dizinin zirvesi niteliğinde.
Netice itibarıyla Alef, yerli ve yabancı polisiye klişelerinden beslenen, çok özgün olmayan karakterleriyle daha önceden izlenmişlik yaratan, buna karşın görüntü yönetimi ve Emin Alper’in yönetmenliğiyle görsel yönden yabancı benzerlerini aratmayan, tema itibarıyla ortanın üzerinde, ilerleyen bölümlere dair şimdilik umut vaat eden bir dizi.
Ancak bunca reklama ve Emin Alper gibi bir yönetmene, isim yapmış bir kadroya sahip bir diziden çok daha fazlasını beklerdik. Keşke bu kadar klişe olmayıp kendi yönünü çizebilseydi.
Yorum Yapılmamış: "Alef sınıfı geçti mi?"