(8.5/10
Burcu B. Bilgin
“En İyi Film” dahil olmak üzere 8 dalda Altın Koza ödülü kazanan, 44. İstanbul Film Festivali’nden de “En İyi Senarist” ödülüyle ayrılan O Da Bir Şey Mi, 17 Ekim Cuma günü izleyiciyle buluşacak.
Filmi basın gösteriminde izleyip sizler için değerlendirdim:
Türkiye-Romanya-Bulgaristan ortak yapımı olan filmi Pelin Esmer yazıp yönetti. Esmer’in altı yıl aradan sonra yeniden seyirci karşısına çıktığı filmin yapımcıları arasında Ay Yapım da yer alıyor.
Eurimages desteği de alan filmde Timuçin Esen ile Merve Asya Özgür başrolü paylaşıyor. İkilinin rol arkadaşları İpek Bilgin, Nur Sürer, Sermet Yeşil, Mehmet Kurtuluş, Fehmi Karaarslan, Şebnem Hassanisoughi, Nilay Erdönmez ve Deniz Karaoğlu. Filmin görüntü yönetmeni Barbu Balasoiu, kurgusu ise Özcan Vardar’a ait.
Film, son derecede enteresan bir açılış sekansıyla başlıyor. Kırmızı gömleğiyle gördüğümüz Aliye Avcı (Merve Asya Özgür) kısa hayat hikayesini anlatıyor. En büyük ideali olduğu için üniversite tercihlerinde sadece hukuk fakültesine yer verdiğini ve sonunda da hayallerine kavuşup avukat olduğunu anlatıyor.
Ancak kısa bir süre sonra vurulan kapıyla irkiliyoruz ve Aliye, kapıdaki kişiye “Kusura bakmayın. Kilitlemek zorundaydım,” diyor. Ancak üzerindeki kırmızı gömlek tam da kapıyı çalan bu kişiye, yani Avukat Aynur’a (Şebnem Hassanisoughi) ait. Hikayenin anlatıcısı ise kat görevlisinden başkası değil. Böylece filmimizin anlatıcısı Aliye ile tanışıyoruz.
Öykünün ana mekanı olan Söke’de doğup büyüyen ve oradan “hiç çıkmayan” Aliye, Büyük Efes Oteli’nin kat görevlisi. Personel azlığı sebebiyle kendi deyimiyle “iş çok olunca barda mutfağa destek veren” Aliye, ilçeye filminin gösterimi için davet edilen Levent Akgün (Timuçin Esen) adlı yönetmenin bir şekilde cep telefonu numarasını ele geçiriyor.
Sonrasında yönetmene sesli mesajlar göndermeye başlayan Aliye, başta bu davranışıyla Levent’i huzursuz etse de zamanla doğası ve işi gereği “ilginç hikayelere meraklı olan” yönetmenin dikkatini üzerine çekiyor. Bir noktadan sonra Levent de Aliye’ye sesli mesajlar göndermeye başlıyor ve ikisinin hayatı birbirine geçiyor, elbette öyküler yoluyla…
Aynı Aliye gibi hayranlık duyduğu Levent ile evlenen Ece (Nilay Erdönmez), sorunların artması üzerine ünlü yönetmenle yollarını ayırıyor. Hatta bir an önce hayatından çıkması gerektiğini de aynada bir notla ona iletiyor: “Cuma günü eve dönmem lazım Levent. Bir şey yap’. Karşılığını da yine ayna aracılığıyla alıyor: “Artık yapacak bir şey yok”.
Böylece filmdeki ilk metaforla, yani aynayla da karşılaşıyoruz. Çiftin hem kendi kendine, hem de birbirine projeksiyon yapmasını sağlayan ayna, kedileri Lokum’dan başka ortak yönü kalmayan çiftin anlaşma aracı oluyor.
Zeki, bilge ve oğlunun sırdaşı olan annesi Nigar, hemen hemen her şeyini paylaşan boşanma arefesindeki oğluna “Bir de o kıza takılma,” diyerek Aliye’ye dair uyarıda bulunmayı da ihmal etmiyor.
“Anne, bana çok hayran,” diyen oğluna da film boyunca sürdürdüğü sarkastik üslupla “Ece de hayrandı, kapında yatardı. Şimdi seni kapıya koyuyor,” diyerek cevabı yapıştırıyor. Hayatında “anne” figürü çok önemli olan Levent, mesleki konularda bile ona fikir danışıyor.
Ancak Nigar Hanım, Söke Belediyesi’ne kısa film yapma sözü veren oğlunu da sık sık “Bu yaştan sonra kısa film mi olur?”, “Oğlum zamanı mı şimdi kısa filmin?” diyerek yeriyor.
Zaten Levent de belediye festival komitesinin “sırf şöyle bir sözünü ettiği için kısa film işini ciddiye aldığını” söylüyor ve bir bakıma filmi aslında zoraki çekiyor. Böylece bu türe karşı hem toplumsal önyargıyı, hem de film yönetmenlerinin mesafeli duruşunu dillendirerek senarist ve yönetmen Pelin Esmer, iğneyi ve çuvaldızı gerekli şekilde her iki tarafa da eşit ölçüde batırıyor.
Levent’in kısa film projesi ise film içinde film olsa da O Da Bir Şey Mi’nin ana iskeletini oluşturuyor. Zira burada üç öykü yani Nigar’ın yönetmen Barış’ın (Deniz Karaoğlu) ileri yaştakiler ile yaptığı atölyede anonim olarak anlattığı hikayesi, Aliye’nin babası ile ilişkisini odağına alan yaşam öyküsü ve protagonistimiz Levent’in küçüklüğünde bir gün annesinin haber vermeden teyzesine gidip bütün gece gelmemesi üzerine büyüttüğü “anneyi kaybetme” korkusu.
Aliye ne kadar hayatını rayından çıkaran babası yüzünden Elektra Kompleksi’nden mustaripse Levent de aynı şekilde annesini paylaşamama ve kaybetme endişeleri yüzünden Oedipus Kompleksi’ne sahip. İkisinin bileşimi de Levent’in başrolünde küçük bir baloncuyu oynattığı “Kurdun Peşinde” adlı kısa filmine konu oluyor.
Zaten Nigar’ın evlerindeki sıkıcı ortamı tanımlarken sarf ettiği “sıkıcı ve iç karartıcı dinginlik” sözleri, Aliye’nin babasının yokluğuna getirdiği “suratsız bir huzur” tanımıyla örtüşüyor.
Ortak nokta olarak ise hem Levent, hem de Aliye aslında “babalarının olmadığı” bir ortamı özlüyor. Aliye’nin hikayesindeki “gerçek Aliye” yüzünden evi terk ettiğini anlattığı babası ile Levent’in bir gece teyzesine çıkıp giden ama geri gelen annesi birer çocukluk travmasının baş kahramanları oluyor.
İkilinin bu iç içe geçen, doğrusal zamanlı olmayarak parçalı anlatımla akan yaşam hikayelerine verilen eslerde ise Büyük Anadolu Oteli’nin barı Aspasia’nın müdavimleri ile tanışıyoruz: Eski şarkıcı Gülistan (Nur Sürer), gözaltında işkence gören Deniz (Sermet Yeşil) ve işkencecisi Macit, barın aklı selim karakteri Kemal (Fehmi Karaarslan), Avukat Ahmet Sönmez (Mehmet Kurtuluş) ve açılış sekanısnad tanıştığımız meslektaşı Aynur.
Hepsi de “bir zamanlar çok sosyal ve sanat merkezi” olduğundan bahsettikleri Söke’ye sıkışıp kalmışlıklarını dışarıdan gelen konuklarla sohbet ederek üzerlerinden atma çabasındalar. Her biri de “film gibi hayatlara” sahip oldukları iddiasında olsalar da anlattıkları aslında Levent’i o kadar da cezbetmiyor.
Hikayeleri yarım kulak dinleyen Levent ve Socrates ile Perikles’in ortak aşkı Aspasia’nın öyküsünü tekrar tekrar anlatan bar müdavimlerinin bu sohbetini yakından takip eden biri de var, o da Aliye’nin ta kendisi.
Barın arkasındaki yarım pencereden ara sıra görünen Aliye, her bir hareketi, cümleyi, hikayeyi can kulağıyla dinliyor, izliyor. Zaten bar penceresinin şekli ve rengi de bir tiyatro perdesini, daha doğrusu bir “kukla tiyatrosunu” andırıyor. Zaman zaman Aliye’nin yalnızca ellerinin görünmesi de bir başka şüpheyi davet ediyor: Acaba buradaki herkes Aliye’nin anlattığı hikaye için kendi yarattığı kahramanlar mı?
Zira Aliye’nin hikayesi, babasının hayatına nasıl ve nerede dahil olduğu, hayatından çıkıp çıkmadığı, şimdi nerede olduğu devamlı değişen hikayelerle her seferinde farklılaşıyor.
Nuri Bilge Ceylan’ın Kuru Otlar Üstüne filmindeki baş karakteri Samet Öğretmen gibi “güvenilmez bir anlatıcı” olan Aliye, Nigar Hanım’ın deyimiyle “Millet de gerçek sanacak,” denilebilecek bir öyküyü habire evirip çevirip önümüze koyuyor. Bir noktadan sonra tüm hikayeler birbirine geçiyor. Hatta Levent’in filminin küçük baş kahramanının ağzından da Aliye’nin yönetmen Levent’e bıraktığı kısa mesajdaki sözler dökülüveriyor: “Babamı öldürmedim ki hayal ettim”
Gitgide giriftleşen senaryo, iki baş kahramanın yollarının kesiştiği oteldeki sekansta yeni bir pik daha yapıyor. Ancak buradan da yeni bir salvoyla farklı bir yere daha gidiyor.
Film boyunca görüntü yönetmeni tarafından özellikle kullanılan kırmızı renk, baştaki kırmızı gömlek, Aspasia Bar’daki şaraplar, barın tiyatro perdesini andıran kırmızı penceresinden sonra bu kez Aliye’nin üzerindeki elbiseyle bir kez daha anlatımı kuvvetlendirmek amacıyla izleyici karşısına çıkıyor.
Sanat yönetiminin başarılı katkısıyla objeler de anlatımı güç verecek biçimlerde kullanılıyor. Mesela Nigar Hanım’ın evinde yer alan ve deniz kenarındaki beyaz elbiseli iki kadını tasvir eden tablodaki kadınları annesi ve teyzesine benzeten Levent, çocukluk hayatının en önemli gecesinde bu tabloya bakıp korku dolu düşler kuruyor.
Gülistan da Aspasia Bar’da Avukat Ahmet ile ilgili dramatik hikayeyi anlatırken “O silah göründü ya patlayacak tabii,” diyerek Çehov’un meşhur silah metaforuna gönderme yapıyor.
Film Festivali sahnesinin ardından O Da Bir Şey Mi, başladığı gibi yine “güvenilmez anlatıcısı” Aliye’nin sözleriyle sona eriyor ve kafada bir sürü soru işareti bırakmayı sürdürerek izleyiciyle vedalaşıyor.
Bütün bu izlediklerimiz aslında Levent’in filminde anlattığı bir hikaye miydi? Yoksa zaten ne Levent, ne Aspasia Bar sakinleri ne de diğer kahramanlar yok muydu? Hepsi Aliye’nin hikayesinin birer karakteri miydi? Her biri onun küçük, kırmızı tiyatro perdesinde sahnelediği oyunun birer kahramanı mıydı? Zaten hikaye kahramanları da filmlerin, romanların, hikayelerin kuklalaları değil midir?
Bu konuda da ne işi “hikaye anlatıcılığı” olan, kurgularla yaşayan Levent’e ne de öyküsüne defalarca taklalar attıran Aliye’ye güvenemeyeceğimiz kesin. “Şu dünyada kaç kişi hayal ettiği hayatı yaşar ki?” diyen Aliye aslında çok da haklı. Hayal ettiğin hayatı yaşayamıyorsan onu yazabilirsin.
Sonuç olarak film içinde film, hikaye içinde hikaye olan, aldığı ödülleri sonuna kadar hak eden bir film O Da Bir Şey Mi. İzlerken duyacağınız hazzı aslında ne, neden, niçin, nasıl, ne şekilde olmuş, sahiden olmuş mu gibi sorulara boğmak da gereksiz. Baş kahramanının deyişiyle hem gerçek kimin umurunda ki?
Yorum Yapılmamış: "O Da Bir Şey Mi: Gerçek kimin umurunda?"