Burcu B. Bilgin
Aslında ”psikolojik dram” benim ilgi alanım olduğundan gösterime girdiğinden bu yana ısrarla izlemek istediğim ”Delibal” filmiyle 15 gün geç de olsa tanıştım. İsmini dalları ve yaprakları dahil çevresindeki tüm canlılara zarar veren zehirli bir çiçekten alan film, beni de bir nevi ”kopuk senaryo zehirlenmesine” sürükledi diyebilirim.
En son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim filmin başrol oyuncusu Çağatay Ulusoy benim sandığımdan çok daha iyi bir aktörmüş. Genç oyuncu, kendini rol aldığı dizilerden bu yana epey geliştirmiş. Ancak gençlik dizilerinin yakışıklı ”beyaz atlı prensi” Ulusoy, maalesef ilk ciddi sinema deneyiminde birçok yönden sıkıntılı bir film seçmiş.
Filmi en başından ele alacak olursak ”Delibal” polisiye-gerilim havasında, esrarengiz bir kayıp öyküsüyle başlıyor. Filmin senaryosunu kaleme alan, daha doğrusu ”Moonu3” adlı enteresan isimli Hint filminin ”yeniden çevrimi” olarak senaryolaştıran Yıldırım Türker, yönetmen Ali Bilgin ile elele verip polisiye başlayıp romantik komediyle devam edip psikolojik dram havasında bitiriyorlar. Böylece de bana kalırsa bu ”ortaya karışık” potpuriyle gerçekten belki de sinema tarihinde enteresan bir ilk’e de imza atıyorlar.
Konusuna gelince, filmimiz, esrarengiz bir kayboluş hikayesinin ardından flash back ile konunun kahramanı olan Barış Ayaz (Çağatay Ulusoy) ve eşi Füsun Ayaz’ın tanışma öykülerine dönüyor. Tanışma, kavuşma, ayrılma, yeniden birleşme, evlenme öyküsü senaryoda o kadar uzun işleniyor ki senaryonun dramatik dönüm noktası olan Barış’ın psikolojik rahatsızlığının nasıl başladığına ve ilerlediğine bir türlü geçiş yapılamıyor.
-Eyyvah eyvah-
Nihayet 1 saati de geçmişken Barış’ın bipolar kişilik bozukluğundan muzdarip olduğuna ilişkin sinyaller gelmeye başladı da rahat bir nefes aldık. Ama sonra da ”ha” demeye kalmadı zaten konu biraz daha ilerleyip film bitti. Kayboluş öyküsüyle de bağlandı ve ”The End” yazdığında ”Eee peki ne zaman hastalandı bu çocuk?” sorusuyla baş başa kaldık. Elbette ki bu sorunun yanıtını bu senaryo barındırmıyor.
”Akıl Oyunları-A Beautiful Mind” tarzı ”sürprizli bir ruhsal sıkıntı” bağlaması çekilmeye çalışılsa da maalesef bu filmde kazın ayağı hiç de öyle değil. Esasen, son derece ortadan bölünmüş, sıkıntılı, kopuk, hadi açıkça ifade edeyim tıpkı filmin yakışıklı Barış’ı gibi ”Bipolar Kişilik Bozukluğu” yaşayan bir senaryo var karşımızda. Hatta polisiye boyutu da sayarsak ”Tripolar” diyelim.
Bir öyle, bir böyle kafasına estiği gibi uçuşan senaryomuzda, Barış’ın hastalığını ağlayarak itiraf ettiği ”Yoruldum ben artık yoruldum. Kafamın içindeki seslerden yoruldum” repliği belki de bu filmin sayılı artılarından biri. Bu sahnede Ulusoy’un ve 15 yaşlarında olduğunu sandığım, ayrıca ismine filmin resmi sitesinde bile rastlamayıp imdb’lerde ısrarla ararken bulduğum Zafer Akkoyun’un (Haydar) performansı son derece göz doldurucu. Bu sahne de filmin en vurucu anı diyebilirim. Bir de Ulusoy’un evinin önündeki çimlerde kendini bilmez şekilde, çıplak olarak yattığı sahne var. Öncesi ve sonrasıyla harmanlansaydı, kişilik bozukluğunu vurgulayan, akılda en kalıcı sahne bu olabilirdi diye düşünüyorum. Ama diyorum ya hep kopuk kopuğuz ne yazik ki…
İşin şarkı, türkü kısmına gelince, Çağatay Ulusoy’un müzikal performansı, bu film için bateri çalmayı öğrenmesi, birkaç şarkı seslendirmesi gibi yetenekleri takdire şayan. Ama bu kısımlar da o kadar uzun yer tutuyor ki ”Whiplash” filmini izlemediğimize göre biraz daha özetlenemez miydi diye düşünüyorum.
Hint filminden bire bir uyarlandığı için ”tam Bollywood işi” olan şarkılı danslı evlilik teklifi meselesine hiç girmiyorum, çünkü oraya da girersem çıkamam diye korkuyorum.
-”Bi Küçük Eylül Meselesi” örneği-
Ay Yapım’ın bir önceki sinema projesi olan ve dramatik örgüsüyle Türk Sineması’nın ”yüz akı” örneklerden ”Bi Küçük Eylül Meselesi”nden sonra benzer konudaki bir başka filmi böyle olunca insan tabii ki bu inişe de üzülüyor.
Ama en çok da başrol oyuncusu Çağatay Ulusoy’un belli ki oyunculuk anlamında kendini geliştirerek büyük emeğinin heba olması üzücü. Her ne kadar gişede 500 bin seyirci rakamını geçmiş olsa da gönül ister ki bu kadar uğraşan genç bir oyuncu, ”evet olmuş” denilen bir filmde oynasın. Rol arkadaşı Leyla Lydia Tuğutlu, biraz fazla abartılı oynamış görünüyor, ama o da hayli efor sarf etmiş belli ki onun için çok kızmıyoruz. İki usta oyuncu Mustafa Avkıran ile Hüseyin Avni Danyal elbette ki rolünün hakkını veriyor. Ama canlandırdıkları karakterler çok iyi irdelenmemiş. Özellikle Avkıran’ın canlandırdığı Füsun’un babası, fazlaca ”ucu sivriltilmişliği” nedeniyle karakter ile tip arasında geziniyor.
Neticede, ülkemizin gişe filmlerinin hastalığı olan ”oyuncular iyi ama senaryo sıkıntılı” noktasına bu filmde de geliyoruz. ”Senaryomuz hasta doktor bey, kurtarın onu” desek de modern tıbbın tüm olanaklarının dahi pek işe yaramayacağı gibi bir noktadayız. ”Sağlık olsun, bir başka sefere inşallah” demekten de bıktık. Olsun artık….
2 Yorumlar: "Delibal: Senaryomuz hasta doktor bey"
Yasemin ertürk 11 Ocak 2016 (23:01)
Ben de filmin fragmanını gördüğümde , ne olmuş bu dizilerin parlak çocuğuna diye içimden geçirdim , ve ne yaşan söyleyeyim gitsem mi gitmesem mi konusunda kararsızdım. Havada kalmış bir yere oturmayan lastik gibi uzatan insanı doyurmayan senaryolardan fenalık geldi. Karar vermeme yardımcı olduğun için teşekkürler .
sinekaf 13 Ocak 2016 (15:38)
Türkiye’de yazılmış ya da bunun gibi uyarlanmış senaryoların ortak sıkıntısı filmde mevcut. Kopukluklar nedeniyle iyi olabilecek bir hikaye harcanmış görünüyor. Yorum için teşekkürler.