Burcu B. Bilgin
(8.0/10.00)
Son dönemin en çok konuşulan filmlerinin başında Cannes Film Festivali’nden ödülle ayrılan Cevher/The Substance geliyor. Günümüzün sonsuz gençlik ve güzelliği sürekli pompalayan enstrümanlarını yerden yere vuran film gösterime girdi.
Mubi gösterimleri arasında şimdiye kadar en çok izlenen film unvanını da kazanan filmi izleyip sizler için değerlendirdim:
The Substance, bir zamanlar çok ünlü bir yıldız olan, Hollywood Bulvarı’nda yıldızı bulunan, ilerleyen yıllarında ise bir kanalın sabah kuşağında kadınlara spor programı sunan Elisabeth Sparkle’ın (Demi Moore) çevresinde gelişiyor.
Filmin hemen başında, soyadından anlaşıldığı gibi döneminin parlayan yıldızlarından olan Elisabeth’in meşhur bulvara yıldızının konuluşunu ve aradan yıllar geçtikçe bu yıldızın kirlenip, çatlayıp, deforme oluşunu izliyoruz.
Bu çatlamış ve eskimiş yıldızın üzerine düşmüş bir adet sonbahar yaprağının görüntüsüyle film akmaya başlarken, iki saati aşkın süre içinde devam eden metafor, simge ve sembol yağmuru da böylece start alıyor. Çünkü bu yıldız. Elizabeth’in ta kendisi.
Çalıştığı TV kanalının sahibi olan Harvey (Dennis Quaid) tarafından eskimiş, yıpranmış ve artık iş göremez biri olarak görülmeye başlanan Elisabeth, onunla yediği yemekte işten çıkarılacağı haberini alıyor.
Cinsiyetçi, kendisi de orta yaşı çoktan geçmesine karşın kadınların sürekli genç ve güzel olması gerektiğini savunan çirkin bir bakış açısına sahip Harvey, önündeki soslu karidesleri ağzına, yüzüne bulaştırarak yerken bu tip çürümüş zihniyete sahip erkekleri, hatta böyle düşünen tüm insanları simgeliyor.
Film boyunca yönetmen ve senarist Coralie Fargeat’in sağlı sollu kroşelerine güzellik endüstrisi ve şov dünyası kadar erkek egemen toplum yapısı da hedef oluyor. Bunun ilk sinyallerini Harvey’nin Elisabeth ile yediği bu yemekte alıyoruz.
Filmin cinsiyetçi erkekleri gösteren sahnelerinde özellikle balık gözü ve geniş açılı kamerayı kullanan Fargeat, kameraya iyice yaklaşarak konuşan bu erkeklerin sahnelerini biraz da karikatürize ederek ataerkil toplumu topa tutuyor.
Aynı sekansta, Harvey’nin aniden masadan kalkmasıyla bardağın içinde yüzen bir sinekle karşılaşıyoruz. Bu sinek de Harvey ve onun gibileri sembolize ediyor.
Harvey’nin hediye ettiği kırmızı bir paketle kendini kapının önünde bulan Elisabeth, üzerine bir de başına beklenmedik bir kaza gelince filmin birinci dramatik noktasına tanıklık ediyoruz.
Aslında paketin renginin seçimi de tamamen bilinçli. Yönetmen, film boyunca kırmızı, beyaz, pembe, sarı gibi renkleri kullanarak izleyicinin algısına hitap ediyor.
Üç ana parçada değerlendirebileceğimiz filmin ilk yarısı böyle sonlanıyor. İkinci yarısı ise biraz Black Mirror dizisinde gördüğümüz distopik yapıya göz kırpıyor.
Filmin en başarılı sekansları da Elisabeth’in geçirdiği bu talihsiz kaza ve hastanede yaşadıklarından sonraki bu ikinci yarıda izleyici karşısına çıkıyor.
O ana kadar reel bir dünyayı sunan film hızla gerçeküstüne doğru yol alırken, Elisabeth de kendisine sunulan ilginç bir teklifi değerlendirerek ilahi gençlik ve güzelliğe kavuşma fırsatı ile karşı karşıya kalıyor.
Bu noktada Oscar Wilde’ın ünlü eseri Dorian Gray’in Portresi ve Goethe’nin Faust’una gönderme yapılırken, film boyunca süren ayna kullanımı da aynı Dorian Gray göndermesini güçlendiriyor.
Devam eden sahnelerde gün geçtikçe büyüyen, kendi doğrularını artık toplumun geneline yaymayı da başaran güzellik ve kozmetik endüstrisi masaya yatırılıyor.
Elisabeth’in bu yeni hayatında genç ve güzel Sue (Margaret Qualley) ile de tanışıyoruz. Böylece Elisabeth, haftanın altı günü gencecik bir figür olarak yaşama katılma fırsatını buluyor, ama ne pahasına…
Gitgide kendi olmaktan uzaklaşan, boş bir çuval gibi bembeyaz zeminli banyoda boylu boyunca yatan Elisabeth, bu soğuk, beyaz, klostrofobim ortamda güzelliğin bedelini kimliksiz kalarak ödüyor.
Zamanla birbirinden nefret etmeye başlayan Sue ve Elisabeth, sırayla kimliğin kötü tarafı Mr. Hyde rolünü üstleniyor ve birbirine tuzaklar kuruyor. Bu güç savaşı, genç tarafın diğerinin yine Dorian’ı çağrıştıran dev boyuttaki portresini duvardan kaldırması, olgun tarafın deliler gibi yemek yiyerek diğerinin fit vücuduna kastetmesi gibi eylemlerle sürüyor.
Yiyeceklerin insan vücudunu deforme etmeye yönelik bir düşman ordusuymuş gibi gösterilmesi de sıkı diyetler, sağlıklı beslenmeyi abartma, kilo almamak için neredeyse aç kalma gibi çağımızın obsesyonlarını gözler önüne seriyor.
Sue’nun sahneye çıkmasıyla beraber filmde pembe ve beyaz renklerin kullanımı da ağırlık kazanıyor. Bu sekanslarda yönetmen, Barbie’nin pespembe dünyasına selam gönderiyor.
Yine bu sahnelerde 80’li yılların saç, makyaj ve giyim tarzını uygulayan yönetmen, pembe ile genç Sue’yu, kırmızı ile olgun Elisabeth’i çarpıştırıyor.
İki karakterin çatışması ile dramatik anlatımı güçlenen film, Elisabeth’in Dorian Gray gibi ağır yaşlanma belirtileri göstermeye başlamasıyla ikinci dramatik noktasına erişiyor.
İşte tam da bu noktada Elisabeth, gençliğin, güzelliğin, kısacası dış görünüşün peşinde koşarken aslında karakterinin, edindiği tecrübelerinin, anılarının kıymetini anlıyor ama çok geç oluyor.
Elisabeth’in var olabildiği haftanın tek gününde bir randevuya hazırlanması, kırmızılar içinde yaşının çok güzeli bir görüntüye sahip olmasına karşın yine takıntılarına yenik düşmesi ise yeni bir kaos yaratıyor. Bu sahnede de yoğun kırmızı kullanımı ile kahramanın dişil tarafına vurgu yapılıyor.
Tüm bu yaşananlar sırasında görüyoruz ki aslında hem Elisabeth, hem de Sue aynı kişi. Zaten film boyunca hem alt metinlerde, hem de açık açık bu ilan ediliyor.
Bir taraftan yılların getirdiği yüz ve vücut deformasyonlarına savaş açan, diğer taraftan kişiliği, onca sene içinde edindiği deneyimleri, mesleki başarılarından vazgeçmek istemeyen Elisabeth/Sue, iki ara bir derede kalmasının bedelini ödüyor.
Peki ikisine birden sahip olabilir miyiz? Yıllara yenik düşmemek uğruna güzellik, kozmetik ve sağlık endüstrisinin deneği gibi davranırsak ne kazanır ne kaybederiz? Film, bu soruya kendi bakış açısıyla çok sert bir cevap veriyor ve üçüncü bölümüne geçiliyor.
Her ne kadar yönetmenin tercihiyle verilen mesajın altını sert olarak çizmek için yer verilen sahneler olsa da bu noktadan sonraki akış, özellikle midesi ve psikolojisi hassas izleyiciyi zorlayacak sahneler içeriyor.
Güzellik uğruna tuhaf bir deneyi kabul eden, ama metaforik açıdan bakarsak aslında günümüzde pek çok bireyin yaptırdığı botoks, dolgu gibi kozmetik dokunuşlar ve estetik operasyonlara tabi tutulan kahramanımız sonunda metamorfoz geçiriyor.
Buraya kadar Yorgos Lantimos filmlerine benzer bir noktada duran The Substance, bir anda seyirciyi bir body horror bombardımanına tutuyor ve kendimizi bir anda iç organların dışarı döküldüğü, kanın oluk oluk fışkırdığı 70’ler, 80’ler tarzı filmlerin içinde buluveriyoruz.
Bu sekanslarda o ana kadar pembe bir dünyanın içindeki Barbie görünümündeki Sue, Stephen King’in başından aşağı domuz kanı dökülen Carrie’sine, Elisabeth ise Yüzüklerin Efendisi’nin Gollum’una dönüşmeye başlıyor.
Metamorfoz ilerledikçe izleyicinin bir sonraki öğünü yemesine engel olacak ölçüde, David Cronenberg tarzı ekstrem sahneler birbirini izliyor ve yaklaşık yarım saat sürüyor.
Bütün bu sahnelerin izleyicinin gözleri önünde, yılbaşı programında gerçekleşmesi ise bireyin her anını dakika dakika izleyen sosyal medyayı simgeliyor.
Öyle ki, kahramanın parçaları izleyicinin üzerine yağarken, bu korkunç yağmurdan küçük yaştaki çocukların da etkilenmesi bu anlatımı güçlendiriyor. Filmin ana rengi de artık salt kırmızı oluyor.
Filmin mesajını en vurucu şekilde verdiği bu seyretmesi zorlu bir sınav olan sahnelerin ardından film yine çarpıcı bir şekilde, ancak sessizce sona eriyor.
Hareketli sahnelerin ardından dingin ama bir o kadar midelerin sınırlarını zorlayan finalle de iki saati aşkın bir maratonu tamamlamış oluyoruz.
Genel itibarıyla baktığımız zaman günümüzün yükselen değerleri olan gençlik, güzellik, popülerlik, sağlıklı yaşam, şov dünyasında var olma gibi kavramlarını yerden yere vuran film, erkek egemen toplum yapısını da feminizm odaklı bir bakış açısıyla eleştiriyor.
Ana akışı üçe ayrılan filmin ilk iki bölümü dramatik, distopik ve bilim kurgu odaklı bir türe yakın dururken, son parçası gerilim ve korku, body horror öğeleri barındırıyor.
Metaforik anlatımları, simge ve sembolleri, renkleri kullanımları anlatıma güç katarken, balık gözü, geniş açı kamera çekimleri ile de mesajını yerinde veriyor.
Ünlü film ve romanlara kapalı montajlarla selam duruşunda bulunan film, göstergeler ve mekan kullanımları aracılığı ile de izleyiciyi etkisi altına alıyor.
Son yarım saatindeki body horror içeren sahneler, filmin mesajını sertleştirirken izleyicinin de epey zorlanmasına da sebep oluyor. Zaten yönetmenin amacı da tam olarak bu.
Bu arada, her ne kadar Cannes’dan “En İyi Senaryo” ödülü ile ayrılmış olsa da filmin diyalogları aslında en zayıf yönü. Anlatımının gücünü kelimelerden ziyade görüntülerinden alan filmin, “En İyi Senaryo Ödülü” alması biraz enteresan. Ancak görüntü alanında, özellikle makyaj söz konusu olduğunda her türlü ödülü hak ettiği aşikar.
Çok başarılı bir görüntü yönetimine de sahip olan filmde özellikle Demi Moore’un yaşlanmaya başladığı sekansla beraber evrildiği nokta ise The Substance’i bu alanda zirveye taşıyor.
Oyunculuklara gelecek olursak filmin tartışmasız starı Demi Moore. Bir dönemin gözde yıldızı olan Moore, estetik operasyonlara ilgisiyle de bilinen bir oyuncu.
Gençlik yıllarından itibaren estetik harikası olmasını sağlayan operasyonlar geçiren Demi Moore, bu konuya olan zaafıyla çok sayıda habere konu olmuştu.
Bu yapımda neredeyse kendisini oynayan 62 yaşındaki yıldız, çırılçıplak göründüğü, vücudundaki deformasyonları gözler önüne seren sahnelerle de cesaretini kanıtlıyor.
Oyun gücünü de film ilerledikçe çok daha fazla sergileyen Demi Moore, bu filmde belki de tüm filmografisi içerisindeki en güçlü performansıyla izleyici karşısına çıkıyor.
Sue rolündeki Margaret Qualley’yi ise Netflix yapımı The Maid dizisindeki başarılı oyunculuğu ile tanıyoruz. Qualley, bu filmde de hırslı bir Barbie’yi en iyi şekilde canlandırmakla kalmayıp son sekansta devleşiyor.
TV sahibi Harvey rolündeki Dennis Quaid de yer aldığı tüm sahnelerin hakkını fazlasıyla vererek zihinlere kazınan bir oyunculuk sergiliyor.
Sonuç itibarıyla izleyiciyi günümüzün eleştirilen, ancak bir o kadar da bireyi etkisi altına alan değerlerini yerden yere vuran Cevher/The Substance, alanında yer edinen bir yapım.
Mesajını yerinde ve oldukça sert veren film, son otuz dakikasındaki izlenmesi zorlu sahneleriyle de hatırlanacak gibi görünüyor. Özellikle türün meraklılarına ve deneysel çalışmaları sevenlere izlemelerini tavsiye ediyorum.
1 Yorum: "Cevher/The Substance: Korkunç, iğrenç ve güzel"
Nisani Koç 5 Kasım 2024 (11:39)
Teşekkürler Burcu.