The Lobster: Ah o ıstakoz yemi bir kapsaymış!

Burcu B. Bilgin

 

Bir süredir izlemeyi merakla beklediğim ”The Lobster” filmini nihayet seyrettim. Özellikle benim gibi distopya severlerin yakın markajında olan yapımdan hiç şüphesiz birçok sinemasever ”çok şey” bekliyordu. Peki Pandora’nın kutusu açılınca ne çıktı?

Yalnızlığı, aşkı, günümüz ilişkilerini, metropol insanının evliliğe bakışını ”mercek altına alan” ve bunu da distopik bir öyküyle yapan ”The Lobster”, filmi, yakın gelecekte geçiyor. Bekar, ilişkisi olmayan, boşanmış, eşi ölmüş, her ne olursa olsun hayatta ”yalnız kalmış” insanların ”ürkütücü bir otelde” gözaltına alınıp tek tip kıyafetler, aynı rutin ve kurallarla 45 gün boyunca ”eşini bulmaya” zorlandığı hikaye, çok çarpıcı ve hızlı başlıyor.

Daha 8. dakikasında ”birinci dramatik dönüm noktasına” ulaşan ve adeta ”seyirciyi çarpan” öyküde, bu süre içinde ”çift olamayanların”, kendi istedikleri bir hayvana dönüştürülerek hayatlarını artık o şekilde geçireceklerini öğreniyoruz. Otelin ”zorunlu sakinlerine” otelin müdürü ve eşinin söylediği tuhaf romantik müzikler dinletilmesi, kahvaltı ve yemek saatlerinin anonsla duyurulması, üstelik de her akşam hemcinslerini  ”bayıltıcı tüfekle” vurarak ”bonus kazanmaları” ve böylece eşlerini bulmak için ekstra günlerin hanelerine eklenmesi gibi otelde ”korku atmosferi” namına ne ararsanız bulabiliyorsunuz.

 

-Ancak bir benzerim öldürebilir beni…-

 

Günümüzün en büyük aşk klişelerinden biri olan ”ruh eşini bulma” sorunsalı da metaforik olarak işleniyor ”The Lobster” filminde…

İnsanların zorunlu olarak tutulduğu otelde, acımasız karakterde olanın en az kendi kadar kötü biriyle, bacağı sakat olanın aynı özrü taşıyanla, hatta burnu sık sık kanayanın bile kendine benzeyen biriyle eşleşmesi şartı getirilirken, kendi gibi olmayan biriyle bir arada olmak, yani şu çok iyi bildiğimiz ”zıtların çekimi” ilkesi reddediliyor. ”Ruh eşine” şartına tapılan bu ortam anlatılırken de bir nevi günümüzde insanların ”aşkı bulmak uğruna” kendini karşısındakine farklı tanıtması, karşısındaki için değişmesine ironik bir gönderme yapılıyor.

Filmde, çift olamayanların ”hayvana dönüştürüldüğü” ortamın zıddı ise ”otel kurallarını” reddettikleri yalnızlar ormanı… Orada ise bir başka distopik ortam mevcut. Çünkü bu kez de aşık olmak, flört etmek, elele tutuşmak, seks yapmak, yani aşkla, sevgiyle ilgili her şey yasak…

Bu ortamlardan birinden birini tercih etmek zorunda kalan insanları ise tam bir ”aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumu bekliyor. İşte tam bu noktada da hikaye tıkanıyor.

 

 

-Başladığı gibi bitseydi…-

 

 

Sinemaseverlerin, ”Köpek Dişi” adlı çalışmasıyla dikkatleri üzerine toplamasının ardından yeni projesini merakla beklediği Yunan asıllı yönetmen Yorgos Lanthimos, senaryosunu da  Efthimis Filippou ile birlikte yazdığı bu filmle aslında gol atabilecekken topu taca göndermiş.

Yalnızların toplandığı otel, çift olamayanların hayvana dönüştürülmesi, bu otelde yaşanan birbirinden garip olaylarla hızlı bir giriş yapılan filmde, bu kadar iyi bir öykü yakalanmışken, ortasından itibaren ”freni patlamış kamyon” gibi konu bir oraya bir buraya savrulmaya başlıyor.

Bir noktadan sonra, aşk duygusu, aşkın kuralsız yaşanması gerektiği, matematikle aşkın bir arada olmayacağı gibi mesajların altını çizmeye çalışan Lanthimos, nedense bunu birbirinden savruk konular, tekrarlar, kopuk sahneler, ucu bir yere gitmeyen anlatımlarla yapamıyor. Böylece de un, şeker ve yağ varken bu güzelim helva olamıyor.

”The Lobster” yine de çok zaman kaybı olabilecek bir yapım değil. İzleyeni ”havada bırakmasını” es geçmeye çalışırsak, Colin Farrell, Ben Whishaw, Rachel Weisz, Lea Seydoux, Jessica Barden, Ashley Jensen, John C. Reilly, Olivia Colman gibi bir yıldızlar takımını bir araya toplamasıyla bile seyredilmeyi hak ediyor.

Eh ne diyelim, bir dahaki bahara….

Yorum Yapılmamış: "The Lobster: Ah o ıstakoz yemi bir kapsaymış!"

    Yorum yap

    E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.